Öne Çıkan Yayın

BOSNA'DA YAŞAM (AVANTAJLAR / DEZAVANTAJLAR)

İnsanın yabancı ülkede yaşamasının hem avantajları hem de zorlukları var. Öncelikle farklı bir kültürü, farklı bir milleti tanımak cidden...

23 Haziran 2015 Salı

BOSNA'DAKİ İLK EVİM

Öyle yorgundum ki ne ara yatmışım, uyumuşum hatırlamıyorum. Belli belirsiz bir ezan sesi beni Allah’ın huzuruna çağırıyor. Uzun zamandır namaza böyle üşüyerek kalkmadığımı hatırlıyorum. Neyse ki su gelmiş, buz gibi suyla abdest alırken insanın standartlarının düşmesinin ne kadar sarsıcı olduğunu kavrıyorum. Namazı kıldıktan sonra bir hayli büzülerek yatağa girip tekrar uyuyorum. İkinci kez uyandığımda elim saate bakmak için telefona gidiyor. Aman Allah’ım saat daha 7! İstanbul’da işe gitmek için kurduğum alarm her çaldığında “daha ne kadar uyudum ki” diye söylenerek kalkarken, burada kendiliğimden böyle erken saatte bir hayli uyuduğumu düşünerek uyanmam hayret verici. Belki evin aydınlığından, belki Saraybosna’nın temiz havasından belki de soğuktan! (Yada sebebi fazla uzaklarda arıyorum, alışkanlıktan olmasın?)

Yatakta kalıp boş gözlerle odanın tavanına baktıktan sonra n’apıp edip yanımıza sıkışan ve öylece uyuyakalan oğlumun tatlı yüzüne bakıyorum. Beş yaşına yaklaşmasına rağmen hala güzel kokması ve o teninin yumuşacık olması annesi olduğum için mi bilemiyorum. O da uykusunu almış olacak ki, komik komik sesler çıkarıp gülerek uyanıyor. Sonra babasını uyandırmak için türlü tatlılıklar yapmaya başlıyor. Saati soran eşim, böyle erken uyanmamıza şaşırıyor. Ben işten izin alıp gelmiş olsam da cuma sabahı, onun için iş günü. Çay demlemek için yataktan kalkıyorum, eşim bize alacağı lezzetli Boşnak börekleriyle yapacağımız kahvaltının ardından işe gidecek. Dolayısıyla oğlumla ben evde yalnızız bugün.


Çayı demledikten sonra salon camımın penceresinden dışarıya bakıyorum. Sağ tarafta devasa bloklardan oluşan bir şehir manzarası, sol tarafta yeni ve tek katlı yapılanmaların oluşturduğu adeta küçük bir köy manzarası. Kurşun izinin değmediği yer kalmayan devasa bloklar arasında, eşimin dün bahsettiği merkezi ısınma sistemini sağlayan tesis dikkatimi çekiyor.  Tesisten yükselen duman, belki onca kurşun izinin üzerimde bıraktığı hüzünden olacak, tesis içinde savaş mağdurlarını toplamış ve onları yakıyorlarmış izlenimi veriyor. (Ah Holokost endüstrisi, Yahudi soykırımını anlatan onlarca Hollywood filminin bilinçaltımda oluşturduklarını anımsıyorum işte, sanki Auswitch’deyim ve orada yananlar da Yahudiler…)* Ürküyorum, korkuyorum sanki tek bir kıvılcım bu huzur dolu sakin ülkeyi yeniden cehenneme çevirecekmiş gibi…

*Holokost Endüstrisi / Norman Finkelstein

Kapının çalmasıyla başka bir dünyaya dönüyorum, açım ve eşimin elindeki paketleri sabırsızca açıyorum. Boşnak börekleri… Peynirli, kıymalı, etli, patatesli, ıspanaklı… Bayrampaşa’daki Boşnakların yaptığına benzemiyor, sanırım Türkiye’de hamur işlerinde kullandığımız kalitesiz yağlar midemizi rahatsız ediyor. Buradaki böreklerde o hissin zerresini yaşamıyorsunuz, hem doyuyorsunuz hem de en ufak bir mide sorunu yaşamıyorsunuz. 

Eşim çıktıktan sonra biraz evi toparlamaya çalışıyorum, İbrahim de bir küçük çantaya doldurup getirdiği onlarca minik plastik hayvanını odasındaki masasına yerleştirip kendince bir oyun kuruyor. Buzdolabını açıp bakıyorum, tam bir bekar evine ait, pek az şey var. Bir şişe borovnica (borovnitsa), önce ne olduğunu tam anlayamadığım sonra sözlükten bakarak bulduğum "tečni  yogurt" ayran(burada bizim ayranımızdan çok daha koyu kıvamlı bir ayran var, Bosnalılar gibi akışkan yoğurt diyelim şuna)bir parça sucuk ve kaşar peyniri dışında hiçbir şey göremiyorum koca buzdolabında. Hazırlanıp markete iniyorum, ille de bir şeyler almak için değil aslında, ne var ne yok görebilmek için. 

Evin hemen karşısında Boşnaklara ait bir market var, az ilerisinde de Hırvatların Konzum zincirleri. Boşnaklara ait marketi tercih ediyorum. Oğlumun abur cubur reyonunda diretmesine engel olamadığımdan gönlümce bakamıyorum ürünlere. Üç beş temel ihtiyacı alıp kasaya geliyorum. Allah’ım bir ülkenin dilini bilmemek ne kadar da kötü hissettiriyormuş! Her ne kadar ürünleri banda koy, parayı uzat ve iyi günler deyip çık şeklinde düşünsem de, düşünemediğim ihtimaller gerçek oluyor. Poşet uzatmıyor ve elimle poşeti gösterdikten sonra hızlı hızlı Boşnakça açıklama yapıyor. Tahmin ediyorum, tıpkı çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi naylon poşet kullanımını azaltamaya yönelik bir uygulama ile poşetler burada da ücretli. Böylece çoğu insan yanında sağlam bez torbalar taşıyor. Aklıma yazıyorum bunu, İstanbul’a döndüğümde eşimin Almanya’daki teyzesinin getirdiği çok kullanışlı, katlana katlana bir hayli küçülen pratik bez torbayı valizime atmayı unutmamalıyım.  

Marketten çıkınca kasabı görüyor ve oraya yöneliyorum. Bosna’da tam dört yıl öğrencilik yapan iki mesai arkadaşımın anlattıklarına binaen, halkın büyük çoğunluğunun İngilizce bildiğini farz ederek derdimi İngilizce anlatmaya çalışıyorum. Ancak ne markettekiler ne de kasaptakiler İngilizce biliyor. Muhtemelen daha turistik bölgelerdeki esnaf İngilizce biliyordur diye düşünüyorum, zira bizim yerleştiğimiz bölge yabancı yerleşimcilerin bulunduğu bir bölge değil. Seviniyorum bu duruma, çünkü İngilizceye sığınarak Boşnakçayı daha geç öğrenme ihtimalim ortadan kalkıyor. E biraz da işaret dili kullanma becerilerim gelişecek tabi, tıpkı kasapta “hadi anlat bakalım” oynadığım gibi. 

Yolların genişliğini hayretle seyrederek eve doğru yürüyorum,  yaya geçidinde duran araçlar bana geçin işareti verdiğinde hayretim sevinçle harmanlanıyor. “Aman Allah’ım, insanlar burada trafik kurallarına uyuyorlar!” Ne yapayım, ister istemez Türkiye’deki şoförler ile kıyaslamak geçiyor içimden, şimdi İstanbul’da olsam ve yaya geçidinden geçmeye çalışsam kaç araç korna çalıp sinirlenmişti acaba?

Aldıklarımı mutfağa yerleştirdikten sonra evi incelemeye başlıyorum. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla bizim binamızda da kurşunların değmediği yer yok, bir kısmı boyanmış ancak binaların çoğu savaşın izlerini hatırlatmak unutturmamak istediği için yenilenmiyor. Evin içi eski ama sağlam bir ev hissi veriyor. Pencerelerin her kanadının tam eksenli açılıyor olması bir hanım için önemli, böylece rahatlıkla camları silebilirim diye düşünüyorum. (Şu an kız kardeşimi konuşturmak lazımdı, eminim “Duyan, okuyan da sürekli cam siliyor zanneder, bilseler ki….devamını yazmayacağım.) 

Eşyalı bir ev tuttuk ve sıradan eşyalı evlere bakarak bu evde cidden yeterli miktarda eşya var. Ancak mutfak eşyaları pek az. Onlarca çeşit bardağa, kadehe, fincana karşılık evde birer adet tencere ve tava var. Rende, süzgeç vs gibi araç gereçlerin olmadığını görüyor ve hemen bir liste hazırlıyorum. Belki de bizden önce evde yaşayanlar ekseriyetle dışarıda yiyip içtiler. Ocak elektrikli ve gerçekten kullanışlı, tahminim ülke genelinde de ocaklar böyle elektrikli olmalı. Mutfakta her daim sıcak su olması için lavabonun altına küçük bir ısıtıcı yerleştirmişler, ancak banyo için bir saat evvelden ısıtıcının düğmesine basmanız gerekiyor. (Tıpkı beş yıl öğrencilik yaptığım Kıbrıs’taki gibi, canınız istediğinde hemen duş alamıyorsunuz yani.)










Ev sahipleri bir Afrika ziyareti gerçekleştirmiş olacak ki, evde çok hoş bir Afrika konsepti uygulamışlar. Kelebek kanatlarından yapılmış çok sayıda orijinal tablo, Afrika figürleri, kemikten filler ve çeşitli süs eşyaları ve doldurulmuş bir timsah bile var. Bu durum benim de İbrahim'in de çok hoşuna gidiyor. 
Eşim evi tutmadan evvel bir hafta temizlik için müsaade istediklerini duyunca temiz bir eve geleceğim için sevinmiştim. Bosna’da eğitim alan mesai arkadaşlarımdan da duyduğum kadarıyla Boşnaklar çok temiz insanlardı. Ancak bana pek temizi çatmadı sanırım. Normalde hiç de titiz olmama rağmen, bir hafta temizlikte neler yaptıklarını merak ettim doğrusu. Mutfakta yağ lekeleri, dolap içlerinde kayda değer oranda toz, banyo fayanslarına değdirdiğim elimde siyah bir kir yığını görünce gözüm korkmadı desem yalan olur. İlginç bir şekilde perdeler yıkanmış, camlar silinmiş ancak onun dışında belirgin bir temizlik yapılmamış. Nisan ayı başında temelli geleceğimi düşünerek üç dört günü temizlik endişesiyle geçirmemeye karar veriyorum.

Erken kalktığımız için akşam bir türlü olmuyor sanki, o yüzden oğlumla biraz yürüyüşe çıkmak istiyoruz. Eşim çok güzel bir nehirden ve kenarındaki yürüyüş yollarından bahsetmişti, biz de o tarafa doğru yürüyoruz. Ancak hava çok soğuk, nehir kenarında iki üç dakika yürüdükten sonra buz kalıbı haline dönmemek için eve dönüyoruz. Şehri görme hevesimi akşama saklıyorum.

Saraybosna deyince ilk akla gelen yere Başçarşı’ya (Baščaršija) gidiyoruz. Her yer ne kadar da yakın Saraybosna içinde, hemen ulaşıyoruz. Varana kadar etrafı hızlıca da olsa gözlemliyorum, tıpkı Makedonya gibi bu ülkede de Türk firmaların reklamlarını sık sık görmek mümkün. Mobilya, gıda ve birçok sektörde Türk yatırımcı buralara el atmış. O nedenle insan kendisini Bosna’da tamamen yabancı hissedemiyor. Hele Başçarşı’ya gelince çok sayıda Türk turistin gayet sesli konuşmaları kulağıma çarpınca, dükkanların bir kısmında Türk çayı bulunur yazısını görünce yabancı olduğumu iyiden unutuyorum. Çarşının bir kısmında muhteşem Osmanlı mimarisine ait mütevazi yapılar öylesine sıcak hisler uyandırıyor ki anlatamam. Dükkanların önünde bulunan ahşap çıkmalar esnafın ve müşterilerin şöyle bir soluklanıp kahve içmeleri için tasarlanmış. Kapalı çarşımızda ne varsa burada da onlar var gibi geliyor ilk bakışta. Paşmina şallar, gümüş ve ahşap takılar, Sarajevo yazan magnetler, ahşap kutular, hediyelik eşyalar… Yalnızca Boşnak halkına ait el işleri, örgüler, danteller bizdekinden farklı. İyi ki çok hediye bekleyen bir çevrem yok diye seviniyorum çünkü aşağı yukarı her ürünü İstanbul’da da bulabilirim. (Zaten kafama Boşnak kahvesi götürmeyi koyduğumdan fazla da bakmıyorum dükkanlara.) 

Eşim ilgisizliğime şaşırıyor, buralara gelip de alışveriş çılgınlığı yapmayan nadir kadınlardan olduğumu söylüyor.  Bir yandan o kadar üşüyorum ki, hızlıca çarşıyı gezip bir yerde oturmak için sabırsızlanıyorum. Çarşının Avusturya Macaristan mimarisini yansıtan kısmına doğru geçiyoruz, tarihi dükkanlar yerini daha modern mağazalara bırakıyor. Avrupa menşeli markaların ışıltılı mağazaları önünden geçerken Bosna’nın bambaşka yüzünü görüyorum. Ülkede fiyatlar bizim için uygun olsa da yerlisinin aldığı maaşa kıyaslandığında pahalı.  Gözlemlenecek o kadar çok şey var ki, göz tembelliğiniz varsa burada geçer diye düşünüyorum.

Her Türk erkeğinden duyduğumuz rivayetlere göre buradaki kadınların abartılı derecede güzel ve çok uzun boylu olup olmadıklarına dikkat ediyorum. Güzelliği dışta değil de içte arayan biri olduğumu söyleyerek konuyu kapatsam? Peki öyle söylemeyeyim de dış güzelliğe odaklanayım. Her boydan kadın mevcut olmakla beraber, 180 ve üzeri bayanlara rastlama olasılığının hayli yüksek olduğunu söyleyebilirim.(Yani tüm Boşnak kadınları uzun boylu değil) Güzelliğe gelince, Boşnak kadınlarının hepsi güzel şeklinde bir genelleme yapamadım ancak "bu nasıl bir güzellik!" diyebileceklerimizin sayısı yine ciddi oranda yüksek.  Türkiye’de sadece belli şehirlerin belli semtlerinde görebileceğiniz ultra bakımlı ve frapan kadınlara buranın köylerinde dahi rastlıyorsunuz. Sanırım bu kadar dar pantolonlu ve taytlı kadını ilk kez bu topraklarda görüyorum. Kışın ortasında bile sakınmadan giyinenlerin sayısı az değil. Cidden yaşlılar dahi bakımlı ve özenli giyiniyor.

Çarşının trafiğe kapalı geniş caddelerinde yürürken ve etrafı seyrederken tesettürlü kadın sayısının azlığı dikkatimi çekiyor. Bu kısa yürüyüş boyunca sadece bir tesettürlü Boşnak hanıma rastlıyorum, “L” harfini epey kalınca telaffuz ederek “salam alaykum” diyerek geçiyor yanımdan, seviniyorum. Küçüklüğüme gidiyorum birden, annemle yolda yürürken tesettürlü hanımların birbirine selam verdikleri yılları hatırlıyorum, duygulanıyorum. Nitekim sonrasında da tecrübe edineceğim gibi, burada tesettürlü hanımlar birbirine selam vermeden geçmiyor. Müslümanlar birbirlerine selam aleyküm derken, diğer etnik gruplar kendi dillerinde iyi günler(Dobro jutro, dobar dan, dobro vece…) demeyi tercih ediyor. Bunun gerçekten keskin bir ayrım olup olmadığını ileride anlamayı umut ediyorum.  Çünkü görüntüde kim Boşnak, kim Sırp, kim Hırvat ayırt etmek imkansız. Kendileri de birbirlerini konuşma biçimlerinden, dilleri arasındaki ufacık detaylardan ayırt edebiliyorlar. Bu demektir ki, benim ayırt etmem uzun bir süre imkansız. 

Bir dükkanda Boşnak kahvemizi yudumlarken, kahvenin sunumunun güzelliğinden bir türlü kopamadığımı anlıyorum. Cezvesiyle birlikte ufacık bir bakır tepside sunulan kahvenin fincanı da iki parçalı, dışı yine kulpsuz bir bakır kaptan içi de kulpsuz porselen kaptan oluşuyor. Böylece kahveyi başparmak ve işaret parmağınızla tutarken hilal şekli oluşturuyorsunuz.  Bir milletin en çok tükettiği gıdanın sunum ve içim biçimine yüklediği derin anlam sayesinde kahvenin tadı yüreğime dokunuyor.

Saraybosna’nın herhangi bir yerinde işiniz bittikten çok kısa bir süre sonra eve ulaşabileceğinizi bilmek öyle güzel bir duygu ki… Üstelik eve vardığınızda hiç de yorgun hissetmiyorsunuz. Ancak benim gibi soğuk düşmanı iseniz üşüyorsunuz.  “Balkanlardan gelen soğuk hava bu olmalı” diyorum. Eve girer girmez kalorifer peteklerine yapışıyor ısınmaya çalışıyorum, oğlumun benim kadar üşümemiş olmasına da seviniyorum, bir de çocuğu hasta edip getirmek var İstanbul’a, annemin sitemle karışık üzüntülü cümlelerini duymak da cabası. 

Eşim televizyonu açıyor, kanallara bakıyoruz. Evde kablolu yayın var. Kanalların çoğu İngilizce ve Almanca yayınları Boşnakça alt yazılı veriyor. Burada gençlerin daha kolay dil öğrenebileceği hissine kapılıyorum. TRT Türk dışında hiç Türk kanalı yok. Zaten televizyonla arası hiç de iyi olmayan, dizi takip etmeyen biri olarak bu durum beni hiç rahatsız etmiyor. Hangi kanal Boşnakların, hangisi Sırpların, Hırvatların ayırt edebiliyorum. Sırpları alfabeleri, Hırvatları da kanal isimleri ele veriyor. Oğlum çizgi film derdinde ama eli mahkum İngilizceden başka seçeneği yok.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder