Öyle yorgundum ki ne ara yatmışım, uyumuşum hatırlamıyorum. Belli
belirsiz bir ezan sesi beni Allah’ın huzuruna çağırıyor. Uzun zamandır namaza
böyle üşüyerek kalkmadığımı hatırlıyorum. Neyse ki su gelmiş, buz gibi suyla
abdest alırken insanın standartlarının düşmesinin ne kadar sarsıcı olduğunu
kavrıyorum. Namazı kıldıktan sonra bir hayli büzülerek yatağa girip tekrar
uyuyorum. İkinci kez uyandığımda elim saate bakmak için telefona gidiyor. Aman
Allah’ım saat daha 7! İstanbul’da işe gitmek için kurduğum alarm her çaldığında
“daha ne kadar uyudum ki” diye söylenerek kalkarken, burada kendiliğimden böyle
erken saatte bir hayli uyuduğumu düşünerek uyanmam hayret verici. Belki evin
aydınlığından, belki Saraybosna’nın temiz havasından belki de soğuktan! (Yada
sebebi fazla uzaklarda arıyorum, alışkanlıktan olmasın?)
Yatakta kalıp boş
gözlerle odanın tavanına baktıktan sonra n’apıp edip yanımıza sıkışan ve öylece
uyuyakalan oğlumun tatlı yüzüne bakıyorum. Beş yaşına yaklaşmasına rağmen hala
güzel kokması ve o teninin yumuşacık olması annesi olduğum için mi bilemiyorum.
O da uykusunu almış olacak ki, komik komik sesler çıkarıp gülerek uyanıyor.
Sonra babasını uyandırmak için türlü tatlılıklar yapmaya başlıyor. Saati soran
eşim, böyle erken uyanmamıza şaşırıyor. Ben işten izin alıp gelmiş olsam da
cuma sabahı, onun için iş günü. Çay demlemek için yataktan kalkıyorum, eşim
bize alacağı lezzetli Boşnak börekleriyle yapacağımız kahvaltının ardından işe
gidecek. Dolayısıyla oğlumla ben evde yalnızız bugün.
Çayı demledikten sonra salon camımın penceresinden dışarıya bakıyorum. Sağ tarafta devasa bloklardan oluşan bir şehir manzarası, sol tarafta yeni ve tek katlı yapılanmaların oluşturduğu adeta küçük bir köy manzarası. Kurşun izinin değmediği yer kalmayan devasa bloklar arasında, eşimin dün bahsettiği merkezi ısınma sistemini sağlayan tesis dikkatimi çekiyor. Tesisten yükselen duman, belki onca kurşun izinin üzerimde bıraktığı hüzünden olacak, tesis içinde savaş mağdurlarını toplamış ve onları yakıyorlarmış izlenimi veriyor. (Ah Holokost endüstrisi, Yahudi soykırımını anlatan onlarca Hollywood filminin bilinçaltımda oluşturduklarını anımsıyorum işte, sanki Auswitch’deyim ve orada yananlar da Yahudiler…)* Ürküyorum, korkuyorum sanki tek bir kıvılcım bu huzur dolu sakin ülkeyi yeniden cehenneme çevirecekmiş gibi…
Çayı demledikten sonra salon camımın penceresinden dışarıya bakıyorum. Sağ tarafta devasa bloklardan oluşan bir şehir manzarası, sol tarafta yeni ve tek katlı yapılanmaların oluşturduğu adeta küçük bir köy manzarası. Kurşun izinin değmediği yer kalmayan devasa bloklar arasında, eşimin dün bahsettiği merkezi ısınma sistemini sağlayan tesis dikkatimi çekiyor. Tesisten yükselen duman, belki onca kurşun izinin üzerimde bıraktığı hüzünden olacak, tesis içinde savaş mağdurlarını toplamış ve onları yakıyorlarmış izlenimi veriyor. (Ah Holokost endüstrisi, Yahudi soykırımını anlatan onlarca Hollywood filminin bilinçaltımda oluşturduklarını anımsıyorum işte, sanki Auswitch’deyim ve orada yananlar da Yahudiler…)* Ürküyorum, korkuyorum sanki tek bir kıvılcım bu huzur dolu sakin ülkeyi yeniden cehenneme çevirecekmiş gibi…
*Holokost Endüstrisi / Norman Finkelstein
Kapının çalmasıyla başka bir dünyaya dönüyorum, açım ve
eşimin elindeki paketleri sabırsızca açıyorum. Boşnak börekleri… Peynirli,
kıymalı, etli, patatesli, ıspanaklı… Bayrampaşa’daki Boşnakların yaptığına
benzemiyor, sanırım Türkiye’de hamur işlerinde kullandığımız kalitesiz yağlar
midemizi rahatsız ediyor. Buradaki böreklerde o hissin zerresini
yaşamıyorsunuz, hem doyuyorsunuz hem de en ufak bir mide sorunu yaşamıyorsunuz.
Eşim çıktıktan sonra biraz evi toparlamaya çalışıyorum,
İbrahim de bir küçük çantaya doldurup getirdiği onlarca minik plastik hayvanını
odasındaki masasına yerleştirip kendince bir oyun kuruyor. Buzdolabını açıp
bakıyorum, tam bir bekar evine ait, pek az şey var. Bir şişe borovnica (borovnitsa), önce ne
olduğunu tam anlayamadığım sonra sözlükten bakarak bulduğum "tečni yogurt" ayran(burada bizim
ayranımızdan çok daha koyu kıvamlı bir ayran var, Bosnalılar gibi akışkan yoğurt
diyelim şuna)bir parça sucuk ve kaşar peyniri dışında hiçbir şey göremiyorum
koca buzdolabında. Hazırlanıp markete iniyorum, ille de bir şeyler almak için
değil aslında, ne var ne yok görebilmek için.
Evin hemen karşısında Boşnaklara
ait bir market var, az ilerisinde de Hırvatların Konzum zincirleri. Boşnaklara ait marketi tercih ediyorum. Oğlumun abur cubur reyonunda diretmesine
engel olamadığımdan gönlümce bakamıyorum ürünlere. Üç beş temel ihtiyacı alıp
kasaya geliyorum. Allah’ım bir ülkenin dilini bilmemek ne kadar da kötü
hissettiriyormuş! Her ne kadar ürünleri banda koy, parayı uzat ve iyi günler
deyip çık şeklinde düşünsem de, düşünemediğim ihtimaller gerçek oluyor. Poşet
uzatmıyor ve elimle poşeti gösterdikten sonra hızlı hızlı Boşnakça açıklama
yapıyor. Tahmin ediyorum, tıpkı çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi naylon poşet
kullanımını azaltamaya yönelik bir uygulama ile poşetler burada da ücretli.
Böylece çoğu insan yanında sağlam bez torbalar taşıyor. Aklıma yazıyorum bunu,
İstanbul’a döndüğümde eşimin Almanya’daki teyzesinin getirdiği çok kullanışlı,
katlana katlana bir hayli küçülen pratik bez torbayı valizime atmayı unutmamalıyım.
Marketten çıkınca kasabı görüyor ve oraya
yöneliyorum. Bosna’da tam dört yıl öğrencilik yapan iki mesai arkadaşımın
anlattıklarına binaen, halkın büyük çoğunluğunun İngilizce bildiğini farz
ederek derdimi İngilizce anlatmaya çalışıyorum. Ancak ne markettekiler ne de kasaptakiler
İngilizce biliyor. Muhtemelen daha turistik bölgelerdeki esnaf İngilizce
biliyordur diye düşünüyorum, zira bizim yerleştiğimiz bölge yabancı
yerleşimcilerin bulunduğu bir bölge değil. Seviniyorum bu duruma, çünkü
İngilizceye sığınarak Boşnakçayı daha geç öğrenme ihtimalim ortadan kalkıyor. E
biraz da işaret dili kullanma becerilerim gelişecek tabi, tıpkı kasapta “hadi
anlat bakalım” oynadığım gibi.
Yolların genişliğini hayretle seyrederek eve
doğru yürüyorum, yaya geçidinde duran
araçlar bana geçin işareti verdiğinde hayretim sevinçle harmanlanıyor. “Aman
Allah’ım, insanlar burada trafik kurallarına uyuyorlar!” Ne yapayım, ister
istemez Türkiye’deki şoförler ile kıyaslamak geçiyor içimden, şimdi İstanbul’da
olsam ve yaya geçidinden geçmeye çalışsam kaç araç korna çalıp sinirlenmişti
acaba?
Aldıklarımı mutfağa yerleştirdikten sonra evi incelemeye
başlıyorum. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla bizim binamızda da kurşunların
değmediği yer yok, bir kısmı boyanmış ancak binaların çoğu savaşın izlerini
hatırlatmak unutturmamak istediği için yenilenmiyor. Evin içi eski ama sağlam
bir ev hissi veriyor. Pencerelerin her kanadının tam eksenli açılıyor olması
bir hanım için önemli, böylece rahatlıkla camları silebilirim diye düşünüyorum.
(Şu an kız kardeşimi konuşturmak lazımdı, eminim “Duyan, okuyan da sürekli cam
siliyor zanneder, bilseler ki….devamını yazmayacağım.)
Eşyalı bir ev tuttuk ve
sıradan eşyalı evlere bakarak bu evde cidden yeterli miktarda eşya var. Ancak
mutfak eşyaları pek az. Onlarca çeşit bardağa, kadehe, fincana karşılık evde
birer adet tencere ve tava var. Rende, süzgeç vs gibi araç gereçlerin
olmadığını görüyor ve hemen bir liste hazırlıyorum. Belki de bizden önce evde
yaşayanlar ekseriyetle dışarıda yiyip içtiler. Ocak elektrikli ve gerçekten
kullanışlı, tahminim ülke genelinde de ocaklar böyle elektrikli olmalı.
Mutfakta her daim sıcak su olması için lavabonun altına küçük bir ısıtıcı
yerleştirmişler, ancak banyo için bir saat evvelden ısıtıcının düğmesine
basmanız gerekiyor. (Tıpkı beş yıl öğrencilik yaptığım Kıbrıs’taki gibi,
canınız istediğinde hemen duş alamıyorsunuz yani.)
Ev sahipleri bir Afrika ziyareti gerçekleştirmiş olacak ki, evde çok hoş bir Afrika konsepti uygulamışlar. Kelebek kanatlarından yapılmış çok sayıda orijinal tablo, Afrika figürleri, kemikten filler ve çeşitli süs eşyaları ve doldurulmuş bir timsah bile var. Bu durum benim de İbrahim'in de çok hoşuna gidiyor.
Eşim evi tutmadan evvel bir
hafta temizlik için müsaade istediklerini duyunca temiz bir eve geleceğim için
sevinmiştim. Bosna’da eğitim alan mesai arkadaşlarımdan da duyduğum kadarıyla
Boşnaklar çok temiz insanlardı. Ancak bana pek temizi çatmadı sanırım. Normalde
hiç de titiz olmama rağmen, bir hafta temizlikte neler yaptıklarını merak ettim
doğrusu. Mutfakta yağ lekeleri, dolap içlerinde kayda değer oranda toz, banyo
fayanslarına değdirdiğim elimde siyah bir kir yığını görünce gözüm korkmadı
desem yalan olur. İlginç bir şekilde perdeler yıkanmış, camlar silinmiş ancak
onun dışında belirgin bir temizlik yapılmamış. Nisan ayı başında temelli
geleceğimi düşünerek üç dört günü temizlik endişesiyle geçirmemeye karar
veriyorum.
Erken kalktığımız için akşam bir türlü olmuyor sanki, o
yüzden oğlumla biraz yürüyüşe çıkmak istiyoruz. Eşim çok güzel bir nehirden ve
kenarındaki yürüyüş yollarından bahsetmişti, biz de o tarafa doğru yürüyoruz.
Ancak hava çok soğuk, nehir kenarında iki üç dakika yürüdükten sonra buz kalıbı
haline dönmemek için eve dönüyoruz. Şehri görme hevesimi akşama saklıyorum.
Saraybosna deyince ilk akla gelen yere Başçarşı’ya (Baščaršija) gidiyoruz. Her yer ne kadar da yakın Saraybosna içinde, hemen ulaşıyoruz.
Varana kadar etrafı hızlıca da olsa gözlemliyorum, tıpkı Makedonya gibi bu
ülkede de Türk firmaların reklamlarını sık sık görmek mümkün. Mobilya, gıda ve
birçok sektörde Türk yatırımcı buralara el atmış. O nedenle insan kendisini
Bosna’da tamamen yabancı hissedemiyor. Hele Başçarşı’ya gelince çok sayıda Türk
turistin gayet sesli konuşmaları kulağıma çarpınca, dükkanların bir kısmında
Türk çayı bulunur yazısını görünce yabancı olduğumu iyiden unutuyorum. Çarşının
bir kısmında muhteşem Osmanlı mimarisine ait mütevazi yapılar öylesine sıcak
hisler uyandırıyor ki anlatamam. Dükkanların önünde bulunan ahşap çıkmalar
esnafın ve müşterilerin şöyle bir soluklanıp kahve içmeleri için tasarlanmış.
Kapalı çarşımızda ne varsa burada da onlar var gibi geliyor ilk bakışta. Paşmina
şallar, gümüş ve ahşap takılar, Sarajevo yazan magnetler, ahşap kutular,
hediyelik eşyalar… Yalnızca Boşnak halkına ait el işleri, örgüler, danteller
bizdekinden farklı. İyi ki çok hediye bekleyen bir çevrem yok diye seviniyorum
çünkü aşağı yukarı her ürünü İstanbul’da da bulabilirim. (Zaten kafama Boşnak
kahvesi götürmeyi koyduğumdan fazla da bakmıyorum dükkanlara.)
Eşim ilgisizliğime
şaşırıyor, buralara gelip de alışveriş çılgınlığı yapmayan nadir kadınlardan
olduğumu söylüyor. Bir yandan o kadar
üşüyorum ki, hızlıca çarşıyı gezip bir yerde oturmak için sabırsızlanıyorum.
Çarşının Avusturya Macaristan mimarisini yansıtan kısmına doğru geçiyoruz,
tarihi dükkanlar yerini daha modern mağazalara bırakıyor. Avrupa menşeli
markaların ışıltılı mağazaları önünden geçerken Bosna’nın bambaşka yüzünü
görüyorum. Ülkede fiyatlar bizim için uygun olsa da yerlisinin aldığı maaşa
kıyaslandığında pahalı. Gözlemlenecek o
kadar çok şey var ki, göz tembelliğiniz varsa burada geçer diye düşünüyorum.
Her Türk erkeğinden duyduğumuz rivayetlere göre buradaki
kadınların abartılı derecede güzel ve çok uzun boylu olup olmadıklarına dikkat
ediyorum. Güzelliği dışta değil de içte arayan biri olduğumu söyleyerek konuyu
kapatsam? Peki öyle söylemeyeyim de dış güzelliğe odaklanayım. Her boydan kadın mevcut olmakla beraber, 180 ve üzeri bayanlara rastlama olasılığının hayli
yüksek olduğunu söyleyebilirim.(Yani tüm Boşnak kadınları uzun boylu değil) Güzelliğe gelince, Boşnak kadınlarının hepsi
güzel şeklinde bir genelleme yapamadım ancak "bu nasıl bir güzellik!" diyebileceklerimizin sayısı yine ciddi oranda yüksek. Türkiye’de sadece belli şehirlerin belli
semtlerinde görebileceğiniz ultra bakımlı ve frapan kadınlara buranın
köylerinde dahi rastlıyorsunuz. Sanırım bu kadar dar pantolonlu ve taytlı
kadını ilk kez bu topraklarda görüyorum. Kışın ortasında bile sakınmadan
giyinenlerin sayısı az değil. Cidden yaşlılar dahi bakımlı ve özenli giyiniyor.
Çarşının trafiğe kapalı geniş caddelerinde yürürken ve
etrafı seyrederken tesettürlü kadın sayısının azlığı dikkatimi çekiyor. Bu kısa
yürüyüş boyunca sadece bir tesettürlü Boşnak hanıma rastlıyorum, “L” harfini
epey kalınca telaffuz ederek “salam alaykum” diyerek geçiyor yanımdan,
seviniyorum. Küçüklüğüme gidiyorum birden, annemle yolda yürürken tesettürlü
hanımların birbirine selam verdikleri yılları hatırlıyorum, duygulanıyorum.
Nitekim sonrasında da tecrübe edineceğim gibi, burada tesettürlü hanımlar
birbirine selam vermeden geçmiyor. Müslümanlar birbirlerine selam aleyküm
derken, diğer etnik gruplar kendi dillerinde iyi günler(Dobro jutro, dobar dan,
dobro vece…) demeyi tercih ediyor. Bunun gerçekten keskin bir ayrım olup
olmadığını ileride anlamayı umut ediyorum.
Çünkü görüntüde kim Boşnak, kim Sırp, kim Hırvat ayırt etmek imkansız.
Kendileri de birbirlerini konuşma biçimlerinden, dilleri arasındaki ufacık
detaylardan ayırt edebiliyorlar. Bu demektir ki, benim ayırt etmem uzun bir
süre imkansız.
Bir dükkanda
Boşnak kahvemizi yudumlarken, kahvenin sunumunun güzelliğinden bir türlü
kopamadığımı anlıyorum. Cezvesiyle birlikte ufacık bir bakır tepside sunulan
kahvenin fincanı da iki parçalı, dışı yine kulpsuz bir bakır kaptan içi de
kulpsuz porselen kaptan oluşuyor. Böylece kahveyi başparmak ve işaret
parmağınızla tutarken hilal şekli oluşturuyorsunuz. Bir milletin en çok tükettiği gıdanın sunum
ve içim biçimine yüklediği derin anlam sayesinde kahvenin tadı yüreğime dokunuyor.
Saraybosna’nın herhangi bir yerinde işiniz bittikten çok
kısa bir süre sonra eve ulaşabileceğinizi bilmek öyle güzel bir duygu ki…
Üstelik eve vardığınızda hiç de yorgun hissetmiyorsunuz. Ancak benim gibi soğuk
düşmanı iseniz üşüyorsunuz. “Balkanlardan
gelen soğuk hava bu olmalı” diyorum. Eve girer girmez kalorifer peteklerine
yapışıyor ısınmaya çalışıyorum, oğlumun benim kadar üşümemiş olmasına da
seviniyorum, bir de çocuğu hasta edip getirmek var İstanbul’a, annemin sitemle
karışık üzüntülü cümlelerini duymak da cabası.
Eşim televizyonu açıyor, kanallara
bakıyoruz. Evde kablolu yayın var. Kanalların çoğu İngilizce ve Almanca
yayınları Boşnakça alt yazılı veriyor. Burada gençlerin daha kolay dil öğrenebileceği
hissine kapılıyorum. TRT Türk dışında hiç Türk kanalı yok. Zaten televizyonla
arası hiç de iyi olmayan, dizi takip etmeyen biri olarak bu durum beni hiç
rahatsız etmiyor. Hangi kanal Boşnakların, hangisi Sırpların, Hırvatların ayırt
edebiliyorum. Sırpları alfabeleri, Hırvatları da kanal isimleri ele veriyor.
Oğlum çizgi film derdinde ama eli mahkum İngilizceden başka seçeneği yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder