Karanlıkta ne kadar çevreyi görmeye çalışsam da aydınlıkta
seyretmek gibi olmayacağını biliyordum. Alabildiğine geniş caddelerden geçerken
her bir tabelayı, duvar yazılarını, reklamları okumaya çalıştım gayri ihtiyari.
Bir başka ülkeye geldiğimi hissettiren olguları, farklı alfabeyi, farklı
kelimeleri, farklı yapıları seviyorum. Her tabelada üç kez yazılan uyarılara
bakıyorum, ikisi Latin alfabesi yani Boşnakça ve Hırvatça, biri Kiril alfabesi
yani Sırpça. Siyasi sebeplerden ötürü isimleri farklı olsa da birbirinin
neredeyse aynısı olan üç dil…
Havaalanından çıkışımızla evimizin binası önüne varışımız
yirmi dakikayı bulmadı. İstanbul ve trafik geldi gözümün önüne birden. En
yakın mesafenin dahi trafik sayesinde bıktırıcı bir uzaklığa büründüğü sayısız
anı hatırladım ve Bosna’da nüfusun azlığı, trafiğin yokluğu ve dolayısıyla
mesafelerin daimi yakınlığı beni anında mutlu etti. Artık valizi düşünmeden sadece
oğlumun elini tutma sorumluluğu ne büyük rahatlıktı. O büyük rahatlık sayesinde
binanın dışına biraz daha uzun bakabildim sanırım. Sırt sırta
vermiş devasa bloklardan birinde oturacaktık, hem de en üst katında. Giriş
kapısını kilide uyum sağlamamakta direnen huysuz bir anahtarla açtıktan sonra
birkaç basamak çıkıp asansörümüze ulaştık. Hep filmlerde gördüğüm o eski tip
asansörlerden biri karşımda capcanlı duruyordu. Dış kapısını açtıktan sonra bir
de içerideki iki kapaklı iç kapıyı açmak gerekiyordu. Şayet birinin elinde
poşetler veya bir bebek var ise bu kapıyı nasıl ustalıkta açar, kapatır ve
asansör düğmesine basar bilemedim ama başka seçenek olmayınca alışmam uzun
sürmedi. Asansörün tuhaflığı, asansörden indikten sonra bir kat daha merdiven
çıkmak zorunluluğuyla devam ediyordu. Sakatlar ve hastalar için bu asansör pek
bir anlam ifade etmiyordu yani.
Evin kapısına vardığımızda ikinci bir anahtar-kilit kavgası
daha yaşadık. Bu zorlu kavganın ardından “Bismillah” deyip girdiğim evde eşimin
yeni yıkayıp astığı bol miktarda beyaz gömlekten yükselen hoş bir yumuşatıcı
kokusu karşıladı beni. Bilirsiniz bazı kokular unutulmaz ve onları her
hatırladığınızda burnunuzda tüter, işte o tür bir koku oldu benim için bu: Saraybosna’daki evimin ilk kokusu. Eşim
evimizin fotoğraflarını çok önceden yollamıştı bana. Ayakkabılarımızı içeriye
aldıktan sonra evin her odasına fotoğraflardakine benzerliklerini test etmek
ister gibi merakla girip çıktım. Biraz oturup dinlenmek yerine her tatilde, her
seyahatte yaptığım gibi, yatak odasına çektiğim valizin içinden hızla eşyaları
çıkarıp üstünkörü de olsa yerleştirmeye çalıştım. Sevmiyorum bu huyumu, keşke
önce biraz oturup evin havasını hiçbir şey yapmadan teneffüs etsem diyorum ama
aklım hep valizde kırışacak gömleklere, biraz daha durursa bozulacak gıdalara
takılıyor. Neyse ki on-on beş dakika içinde yerleştirme işini bitirecek kadar
hızlıyım, nasılsa daha detaylı bir yerleştirmeyi yarın geniş vakitte
yapabilirim. Üstelik eşyaları yerleştirirken sürekli eşime bir şeyler
anlatmayı, onun İbrahim’le olan muhabbetlerine dahil olmayı da ihmal etmiyorum,
çok da fena sayılmam o halde.
Oturmaya sıra geldiğinde susadığımı fark ediyorum ancak eşim
yanımda getirdiğim su şişesini ağzına dayayıp hepsini bitiriyor. Arkasından da
muzipçe gülümsüyor:
“Ah be Türkiye suyu…”
Onun bu muzip gülüşünün arkasındaki anlamı biliyorum,
muhtemelen buradaki suyun böyle yumuşak ve lezzetli olmadığını anlatmaya
çalışıyor. Gerçekten de buranın suyu fazla kireçli ve içimi sert bir su. Ancak
damacanalardan su içmeye alışan bizler için suyun musluktan içilebilmesi bir
kolaylık. Üstelik internetten yaptığım ufak bir araştırma da bana kireçli suyun
mineral açısından daha zengin olduğunu dolayısıyla bu suyun daha sağlıklı
olduğunu söylüyor. Nitekim birkaç gün içinde suyun tadına alışıyorum.
Sürekli hareket halinde olmanın verdiği sıcaklık geçince
üşümeye başlıyorum, eşimden kombinin ayarını yükseltmesini isteyince aynı muzip
gülüş yeniden beliriyor yüzünde.
“Şimdiden üşüyorsan bir saat sonra ne yapacaksın bakalım?”
Nedenini anlamadığım yüzümün her halinden belli olunca eşim
devam ediyor:
“Merkezi sistem ile ısınıyoruz ve bu bölgede (Grbavica) sistem
gece olmadan kapanıyor, yani gece ev bir hayli soğuk oluyor hazırlıklı ol.”
Şaka yaptığını düşünmeye çalışıyorum ve kalkıp evi kontrol
ediyorum. Gerçekten kombi falan yok, petekler de hayli ılık. İstanbul’da kombinin
ayarını istediğim gibi ayarlayabildiğim için yılın bu mevsimi evde kısa kollu
ile oturabilirken, burada battaniyeye sarınarak oturmak zorunda
kalıyorum. Eşim,
“İstersen sıcak bir duş al, ama elini çabuk tut, sular da
gece olmadan kesiliyor.”
Bu da şaka değil… Yani insanlar benim oturduğum bölgede gece
12’den sabah 6’ya kadar su kullanma imkanına sahip değiller. Kafamı bu konu
üzerinde yormama müsaade etmeyen whats app mesajlarıma dönüyorum. Isınma ve su
konusundaki aksaklıktan sonra evde limitsiz internetin olması ile teselli
buluyorum. Arka arkaya mesaj kutuma düşen “Vardın mı?” sorularını yanıtladıktan
sonra, ülke nasıl soğuk mu, eviniz güzel mi? gibi daha ilk saatlerden başlayan
soru yağmurlarına yetişmeye çalışıyorum ve tabi eşimin tepkisiyle karşılaşıyorum.
Bir aydır görüşemediğim eşimin yanında olmaktansa kanepeye uzanıp telefonla
uğraşmam haklı olarak rahatsız ediyor onu. Modern çağın insanlarıyız işte, biz
o anı yaşamayı istesek dahi, çevremizdekiler rahat bırakmıyorlar. İletişim
denilen şey iyi mi kötü mü bilemiyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder