Öne Çıkan Yayın

BOSNA'DA YAŞAM (AVANTAJLAR / DEZAVANTAJLAR)

İnsanın yabancı ülkede yaşamasının hem avantajları hem de zorlukları var. Öncelikle farklı bir kültürü, farklı bir milleti tanımak cidden...

23 Haziran 2015 Salı

BOSNA'DA İLK GÜNLER



İlk kez soğuk bir Mart gecesinde çektim Saraybosna’nın temiz havasını ciğerlerime. Havalimanında bagajları beklerken oğlumun elini biraz daha sıkı tuttuğumu hissediyordum, belli ki başka bir diyarda onu kaybetmek benim için daha ürpertici idi. Bu ziyaretimiz dört gün sürecek de olsa, bir ay sonra yerleşmek maksadıyla geleceğimiz için taşıyabileceğim en büyük valizi getirdim yanımda. Bir elimle beş yaşına yaklaşan oğlumun elini, diğeriyle çekçekli valizimi sürükleyerek çıkış kapısına doğru biraz ürkek adımlarla yürüdüm. Kapıdan çıkar çıkmaz eşimi görmek onca yabancı sima arasında yüzüne yıllardır aşina olduğum insanın gülümseyişinin muhatabı olmak büyük sevinçti. İbrahim bir aydır görmediği babasına çocukça bir sevinçle koştu ve boynuna atladı. Çocukça dedim çünkü babası onu kucağına aldığı gibi umutla ve şımartılacağını bilerek “Baba bana ne oyuncak aldın?” diye sordu. Arabada kendisini bekleyen oyuncağın haberini alınca İbrahim’i durdurmak hayli zor oldu doğrusu. Aracımıza doğru yürürken havanın İstanbul’dan daha soğuk olmadığı hissine kapıldım ama yanılacaktım.

Karanlıkta ne kadar çevreyi görmeye çalışsam da aydınlıkta seyretmek gibi olmayacağını biliyordum. Alabildiğine geniş caddelerden geçerken her bir tabelayı, duvar yazılarını, reklamları okumaya çalıştım gayri ihtiyari. Bir başka ülkeye geldiğimi hissettiren olguları, farklı alfabeyi, farklı kelimeleri, farklı yapıları seviyorum. Her tabelada üç kez yazılan uyarılara bakıyorum, ikisi Latin alfabesi yani Boşnakça ve Hırvatça, biri Kiril alfabesi yani Sırpça. Siyasi sebeplerden ötürü isimleri farklı olsa da birbirinin neredeyse aynısı olan üç dil…

Havaalanından çıkışımızla evimizin binası önüne varışımız yirmi dakikayı bulmadı. İstanbul ve trafik geldi gözümün önüne birden. En yakın mesafenin dahi trafik sayesinde bıktırıcı bir uzaklığa büründüğü sayısız anı hatırladım ve Bosna’da nüfusun azlığı, trafiğin yokluğu ve dolayısıyla mesafelerin daimi yakınlığı beni anında mutlu etti. Artık valizi düşünmeden sadece oğlumun elini tutma sorumluluğu ne büyük rahatlıktı. O büyük rahatlık sayesinde binanın dışına biraz daha uzun bakabildim sanırım. Sırt sırta vermiş devasa bloklardan birinde oturacaktık, hem de en üst katında. Giriş kapısını kilide uyum sağlamamakta direnen huysuz bir anahtarla açtıktan sonra birkaç basamak çıkıp asansörümüze ulaştık. Hep filmlerde gördüğüm o eski tip asansörlerden biri karşımda capcanlı duruyordu. Dış kapısını açtıktan sonra bir de içerideki iki kapaklı iç kapıyı açmak gerekiyordu. Şayet birinin elinde poşetler veya bir bebek var ise bu kapıyı nasıl ustalıkta açar, kapatır ve asansör düğmesine basar bilemedim ama başka seçenek olmayınca alışmam uzun sürmedi. Asansörün tuhaflığı, asansörden indikten sonra bir kat daha merdiven çıkmak zorunluluğuyla devam ediyordu. Sakatlar ve hastalar için bu asansör pek bir anlam ifade etmiyordu yani.

Evin kapısına vardığımızda ikinci bir anahtar-kilit kavgası daha yaşadık. Bu zorlu kavganın ardından “Bismillah” deyip girdiğim evde eşimin yeni yıkayıp astığı bol miktarda beyaz gömlekten yükselen hoş bir yumuşatıcı kokusu karşıladı beni. Bilirsiniz bazı kokular unutulmaz ve onları her hatırladığınızda burnunuzda tüter, işte o tür bir koku oldu benim için bu: Saraybosna’daki evimin ilk kokusu.  Eşim evimizin fotoğraflarını çok önceden yollamıştı bana. Ayakkabılarımızı içeriye aldıktan sonra evin her odasına fotoğraflardakine benzerliklerini test etmek ister gibi merakla girip çıktım. Biraz oturup dinlenmek yerine her tatilde, her seyahatte yaptığım gibi, yatak odasına çektiğim valizin içinden hızla eşyaları çıkarıp üstünkörü de olsa yerleştirmeye çalıştım. Sevmiyorum bu huyumu, keşke önce biraz oturup evin havasını hiçbir şey yapmadan teneffüs etsem diyorum ama aklım hep valizde kırışacak gömleklere, biraz daha durursa bozulacak gıdalara takılıyor. Neyse ki on-on beş dakika içinde yerleştirme işini bitirecek kadar hızlıyım, nasılsa daha detaylı bir yerleştirmeyi yarın geniş vakitte yapabilirim. Üstelik eşyaları yerleştirirken sürekli eşime bir şeyler anlatmayı, onun İbrahim’le olan muhabbetlerine dahil olmayı da ihmal etmiyorum, çok da fena sayılmam o halde.

Oturmaya sıra geldiğinde susadığımı fark ediyorum ancak eşim yanımda getirdiğim su şişesini ağzına dayayıp hepsini bitiriyor. Arkasından da muzipçe gülümsüyor:

“Ah be Türkiye suyu…”

Onun bu muzip gülüşünün arkasındaki anlamı biliyorum, muhtemelen buradaki suyun böyle yumuşak ve lezzetli olmadığını anlatmaya çalışıyor. Gerçekten de buranın suyu fazla kireçli ve içimi sert bir su. Ancak damacanalardan su içmeye alışan bizler için suyun musluktan içilebilmesi bir kolaylık. Üstelik internetten yaptığım ufak bir araştırma da bana kireçli suyun mineral açısından daha zengin olduğunu dolayısıyla bu suyun  daha sağlıklı olduğunu söylüyor. Nitekim birkaç gün içinde suyun tadına alışıyorum.

Sürekli hareket halinde olmanın verdiği sıcaklık geçince üşümeye başlıyorum, eşimden kombinin ayarını yükseltmesini isteyince aynı muzip gülüş yeniden beliriyor yüzünde.

“Şimdiden üşüyorsan bir saat sonra ne yapacaksın bakalım?”

Nedenini anlamadığım yüzümün her halinden belli olunca eşim devam ediyor:

“Merkezi sistem ile ısınıyoruz ve bu bölgede (Grbavica) sistem gece olmadan kapanıyor, yani gece ev bir hayli soğuk oluyor hazırlıklı ol.”

Şaka yaptığını düşünmeye çalışıyorum ve kalkıp evi kontrol ediyorum. Gerçekten kombi falan yok, petekler de hayli ılık. İstanbul’da kombinin ayarını istediğim gibi ayarlayabildiğim için yılın bu mevsimi evde kısa kollu ile oturabilirken, burada battaniyeye sarınarak oturmak zorunda kalıyorum.  Eşim,

“İstersen sıcak bir duş al, ama elini çabuk tut, sular da gece olmadan kesiliyor.”

Bu da şaka değil… Yani insanlar benim oturduğum bölgede gece 12’den sabah 6’ya kadar su kullanma imkanına sahip değiller. Kafamı bu konu üzerinde yormama müsaade etmeyen whats app mesajlarıma dönüyorum. Isınma ve su konusundaki aksaklıktan sonra evde limitsiz internetin olması ile teselli buluyorum. Arka arkaya mesaj kutuma düşen “Vardın mı?” sorularını yanıtladıktan sonra, ülke nasıl soğuk mu, eviniz güzel mi? gibi daha ilk saatlerden başlayan soru yağmurlarına yetişmeye çalışıyorum ve tabi eşimin tepkisiyle karşılaşıyorum. Bir aydır görüşemediğim eşimin yanında olmaktansa kanepeye uzanıp telefonla uğraşmam haklı olarak rahatsız ediyor onu. Modern çağın insanlarıyız işte, biz o anı yaşamayı istesek dahi, çevremizdekiler rahat bırakmıyorlar. İletişim denilen şey iyi mi kötü mü bilemiyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder