Öne Çıkan Yayın

BOSNA'DA YAŞAM (AVANTAJLAR / DEZAVANTAJLAR)

İnsanın yabancı ülkede yaşamasının hem avantajları hem de zorlukları var. Öncelikle farklı bir kültürü, farklı bir milleti tanımak cidden...

26 Haziran 2015 Cuma

BOSNA'DA YAŞAM (AVANTAJLAR / DEZAVANTAJLAR)


İnsanın yabancı ülkede yaşamasının hem avantajları hem de zorlukları var.Öncelikle farklı bir kültürü, farklı bir milleti tanımak cidden heyecan verici ve eğitici bir deneyim, herkese nasip olmaz. Aileden, akrabalardan ve sevdiklerinden uzak kalmak ise en büyük sorun, hele de beş yaşındaki İbrahim için. Sadece İbrahim için değil, çocuklarımızı birbirimize emanet edebildiğimiz, birlikte parka götürdüğümüz, teklifsizce kapılarımızı çalıp nice hoş sohbet eşliğinde çaylar, kahveler içtiğimiz dostlarımızdan uzak olmak biz yetişkinler için de zor. Bayramı aile büyüklerimizin elini öpemeden geçirmek içimizi burkuyor. Ancak şükürler olsun Bosna bir Türkiyeli için diğer ülkelere kıyasla daha az yurt dışı.Hem ülkedeki Osmanlı etkisi, hem de Boşnak halkının Türklere olan ilgisi ve sevgisi yurt dışı hissini azaltıyor. Ayrıca ülkedeki Türkiyeli nüfus da azımsanmayacak oranda. Son yıllarda ticaretle uğraşanların, öğrencilerin, yatırımcıların ve devlet görevlilerinin sıklıkla gelip gittiği kardeş bir ülke burası. 

Peki, Bosna'da yaşamanın avantajları neler? Bosna'nın nelerini seviyorum?

·         Bosna halkının Türkiye’ye  ve Türklere yönelik sempatisi çok büyük bir avantaj. Bir ülkede istenmeyen, hor görülen, sürekli önüne engeller çıkartılan bir milletin üyesi olmak ne kadar acıysa, ilgiyle karşılanan, saygı ve sevgi gören kardeş bir milletin mensubu olmak da o kadar onur verici. (Republika Srpska tarafına geçmediğiniz sürece tabi.)

.     Kaç ülkede birkaç medeniyetin etkisini aynı anda görebilirsiniz ki? Bosna, Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Macaristan medeniyetlerinin ve Yugoslavya yani Komünist dönem kültürünün ve mimarisinin harmanlandığı eşsiz bir ülke.  Her ne kadar kan ve gözyaşı dolu bir geçmişleri olsa da üç ana etnik grubun (Boşnak, Sırp ve Hırvat) birlikte yaşamak için çaba gösterdiği bir yer, "Avrupa'nın Kudüs'ü". 

·         Yeme içme kültürümüzde çok ciddi farklılıklar yok, gerek dışarıdaki menüler (cevapi, burek,diğer et yemekleri), gerek marketteki ürünler damak zevkimize oldukça yakın.  Aradığım birçok ürünü zengin çeşit seçeneği ile bulabiliyorum. (Bulgur, mercimek, nohut gibi ürünler Türkiye’ye kıyasla iki katı pahalı ve sadece belli yerlerde satılıyor ama en azından varlar.)

·         Her yer göz alabildiğine yeşil. Üstelik yeşile ulaşmak için ille de bir parka veya nehrin kenarına gitmemize gerek yok, evden dışarı adım atmak yetiyor. Ülkede boş ve yeşil alan bol. Üstelik bakımsız bir yeşil de değil, bilakis düzenli, temiz ve ahenk içinde bir şehir düzeni sağlanmış.Halkın estetik anlayışı her yere ve her şeye yansıyor. Eski bina var ama bakımsız bina, bakımsız bir mekan yok. Halk imkanlar dahilinde düzgün ve insana yakışır bir hayat yaşamak için yoğun çaba sarf ediyor.

·         İnsanlar birbirine karşı saygılı, kasada sıra beklerken, toplu taşıma araçlarına binip inerken, alışverişte, trafikte en ufak bir saygısızlık ve kabalıkla karşılaşmıyorum. (Yalnız tam aksi davranışlarla karşılaşan arkadaşlar da var, bilemedim, her ülkenin iyisi de var kötüsü de diyelim.)

·         Trafik yok. Araçlar kurallara uyuyor. Yaya geçidinden geçen bir yaya için araçlar muhakkak duruyor, ne kadar yavaş geçseniz de bekliyor. Ülkede korna sesi duymuyorum.

·         İstanbul’a kıyasla sokaklar, parklar kısacası çevre daha temiz. Belki nüfus azlığından, belki de çevre bilincinden…

·         Et inanılmaz lezzetli ve bize göre ucuz. Bir kilo kıyma Türkiye’de 30 tl iken burada yarı fiyatına 15 tl. (Hatta ilk geldiğimde Euro düşük olduğundan13 tl idi.) Dışarıda yiyip içmek de yine bize göre ucuz, ülkedeki maaşlara göre pahalı.

·         Süt ürünleri de bir harika. Bu kadar lezzetli kaymak yemiş miydim acaba? İbrahim hiç olmadığı kadar süt ve ayran tüketiyor. Hala denemediğimiz çok sayıda süt ürünü var.

·         Muhteşem balların ülkesidir Bosna! Yemyeşil, eşsiz doğası sayesinde elbette güvenilir kanallara başvurarak doğal ballara çok uygun fiyata ulaşıyoruz. Ihlamur ve akasya balı gibi ilginç bal çeşitlerine de burada rastlıyoruz.

·         Çocuklar için sık aralıklarla parklar yapılmış.(Ne yazık ki belli muhitlerde imiş.) Nüfus az olduğu için salıncak veya kaykay sırası beklemeksizin oğlumu oynatabiliyorum. Üstelik parklar meyve ağaçlarıyla dolu, dolayısıyla ağaçtan meyve yemenin keyfine varabiliyorum. 

.    İçme suyuna para vermiyoruz. Gayet sık aralıklarla görülebilen çeşmelerden gönül rahatlığıyla su içebiliyoruz. Evde de musluktan akan suyu içme suyu olarak kullanıyoruz. Ancak, su borularının eski olması nedeniyle suya güvenmeyip, içme suyunu farklı yollardan temin edenler var.

·         Hafta sonları "kalabalık, park yeri bulamama, trafiğe takılıp kalma" gibi sorunların olmadığı bu ülkede, gün içinde üç dört ayrı yeri ziyaret etme imkanı bulunmaz bir nimet.

·         İnsanların dil öğrenme isteklerini ve yeteneklerini takdir ediyorum. İngilizce bilenler, bilmeyenlerden kesinlikle daha fazla. Savaş esnasında yurt dışında yaşamak zorunda kalan insanlar geri döndüklerinde gittikleri ülkenin dillerini de taşımışlar. Almanca da ülkede yaygın bilinen dillerden. Türkçe sevdalılarına rastlamak ise hiç sıra dışı bir durum değil.

·         Tv programları orijinal dil ile veriliyor. İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Türkçe, Hintçe ve Arapça yapımlar yaygın. Hepsi de alt yazı ile verildiğinden halkın dil öğrenmesine katkı sağlıyor.

.    Ülkede iş yapan iş adamları Bosna halkının yavaş ama dürüst bir şekilde işlerini tamamladığını söylüyor. Çalışmayı çok sevmeyen bir yapıları olsa da, yaptıkları işi muhakkak hakkını vererek yaptıklarını duyuyorum. 

Gelelim ülkenin dezavantajlarına. Bosna'da nelere alışamadım, neleri sevmedim ve nelerden rahatsız oldum?

·         Sigara! Bosna sigara içme konusunda şampiyonluğu kimselere bırakmayacak kadar iddialı. Kapalı mekanlarda dahi fosur fosur sigara içiliyor. Genç, yaşlı, kadın, erkek sigara neredeyse herkesin elinde.

·         Soğuk! Ülke ne zaman ısınacak diye beklerken Temmuz ayı geliyor ve ben hala terleyemedim. Kuru ve dondurucu bir soğuğu var, kaldı ki henüz kışı yaşamadım! (Düzeltiyorum, artık yaşadım. Ancak hiç de korktuğum gibi olmadı, alıştım mı yoksa??)

·         İnsanlar güler yüzlü olsa da, ilişkilerde fazla mesafeli. Avrupai tavırlar ağır basıyor, komşuluk yok denecek kadar az. Ev ziyaretleri tükenmiş. Bu da benim gibi insan canlısı biri için felaket!(Tabii Saraybosna için konuşuyorum)

·         Görüntüde çok sakin ve çok güvenli bir hava veren Saraybosna ne yazık ki hiç güvenli değil. Ramazan ayında evimizin önünden arabamız çalındı ve bulunamadı. Bu durum ne yazık ki, daha çok yabancıların başına geliyor. Kapı önünde ayakkabı bırakmanın tehlikeli olduğuna dair de uyarılar alıyoruz. Kapıları sıkı sıkı kilitliyoruz.

·         Hizmet sektörü yavaş ve sorunlu. Bunu restoranda siparişinizi getirmeye gönülsüz garsonlar, isteksiz satıcılardan tutun eve internet bağlatmak veya bir tamirat işinizi halletmeye kadar çoğu durumda tecrübe ediyorsunuz.

·         Üniversitenin bulunduğu semt (Ilıca) dışında yabancı nüfusa alışkın olmayan halkın yüzüme dik dik bakıp incelemesi zaman zaman rahatsız edici olabiliyor.(Ama sevgiyle ve ilgiyle bakıyorlar, bunu da belirteyim.) Bunu istisnasız her gün yaşıyorum. Hatta “Evet ben yabancıyım!” diye haykırasım, boynuma bir tabela asasım geliyor.

·         Türk insanındaki dil öğretme aşkına kıyasla Bosna halkı kendi dilini öğretme konusunda pek yetenekli değil.(Nitekim internet kaynakları da çok zayıf.) Boşnakçayı iyi bilmediğimi söylediğim halde insanların hızlı hızlı konuşması ve anlamamı beklemesi kimi zaman güldürüyor kimi zaman sinirlendiriyor. E biraz "polahko" lütfen!

·         Çok lezzetli olmalarına karşın meyve sebze pahalı. Bosna parası KM(Bam yani Konvertibl Mark) Euro endeksli olunca, TL karşısında değer kazanıyor ve kimi ürünlerin fiyatı Euro arttıkça gözüme daha bir pahalı görünüyor. (1 Euro 2 KM)

·         Sevimli de olsalar saldırabilme ihtimalleri yüksek olan çok sayıda sokak köpeği var. Onlara hem acıyor, hem de korkuyorum. Kesinlikle bu konuda bir şeyler yapılmalı.

·         İslami değerler yeterince önemsenmiyor. Tüm Müslüman coğrafyada olduğu gibi burada da Müslümanların Kur'an ile ilişkisi zayıf. İslami çalışmalar yeterli değil. 

·       Siyah ve yeşil zeytin bu ülkede akıl almaz lezzetsizlikte. İlginç bir şekilde zeytin kültürü hiç yok. Türk marketlerinde satılan zeytinler de konserve şeklinde olduğundan alışkın olduğumuz lezzeti bulamıyor, bizi ziyarete gelen herkesten birer kilo zeytin istiyoruz. Ha bir de Ezine peyniri artık rüyalarıma giriyor. Ziyaretçilerimize ipucu olmuştur umarım:)

·         Ürünler naylon ambalaj yetmezmiş gibi bir de karton kutulara hapsedilerek raflardaki yerini alıyor.  Bu nedenle muazzam bir kağıt tüketimi var. Her ne kadar konteynırlardan biri “papir” yani kağıt, karton vs için ayrılmış olsa da, durumu kimseler sallamıyor, ancak çingeneler için ekmek kapısı oluyor. 

·         Hastaneler ve sağlık hizmeti çok kötü. Elhamdülillah hiç işimiz düşmedi ancak namı yetti. Kulağımıza gelen yanlış tedavi sonuçları, doktor yetersizliği, hastaya karşı kaba ve saygısız muamele (bilhassa doğum yapan arkadaşların acı tecrübelerinden biliyorum), hastanelerin bakımsızlığı bizi ailece doğal ürünlere, bitki çaylarına yöneltiyor. Üstelik Dünya Sağlık Örgütünün raporlarına göre de Bosna yüksek risk taşıyan bir sağlık hizmetine sahip. (Aynı listede Türkiye 70. Bosna 90. sırada. Ancak hiç olmazsa Türkiye’de özel hastanelerde kendinizi daha güvende hissedebiliyorsunuz, burada özel hastanelerin soygun yeri olduğunu duyuyoruz.)
Aylar sonra gelen edit: Ne yazık ki işimiz düştü ve test ettik. Anlatıldığından çok daha kötü bir sistem olduğunu bizzat tecrübe ettiğimizi üzüntü ile belirtirim:(

24 Haziran 2015 Çarşamba

EVDE HAYAT NASIL?

Evdeki Afrika konsepti çizimlerimi de etkiledi.


Bosna'ya gelmeden önce İstanbul'un stres dolu atmosferinde, trafikle birlikte hayatımı işgal ettiği sürenin bir hayli uzun olduğu işim yüzünden eve ve aileme ayırabildiğim kısacık vaktin acısını burada çıkartıyor gibiyim. Bir kadın için büyük bir nimet evde kalabilmek. Ancak bu  evde kalışı bir oturma eyleminin, mutfak, temizlik ve televizyon üçgeninin dışına taşıyabiliyorsanız... Benim için evde geçen zaman, hayatımın her döneminde verimli olmuştur. Bilinçli olarak verimli geçirmeyi hedeflemiş olmama Allah yardım etmiş, bana büyük sıkıntılar yaşatmamıştır şimdiye kadar, şükürler olsun.

Sadece kitap okumak ve bir şeyler yazmak değil, beni faydalı bilgilere ulaştırabilecek her öğrenim biçimini deniyorum evimde. İnterneti, videoları, televizyonu eğitici birer araç gibi kullanabildiğinizde evde durmaktan sıkılmıyor bilakis çalışma hayatında elde edemeyeceğiniz çok farklı sahalara ulaşıyorsunuz. Kendinizi keşfetme fırsatı buluyorsunuz bir bakıma.



Burada, evimde oğlumla birlikte yapmaktan keyif aldığım en güzel uğraşlardan biri resim çizmek oldu. Uzun zamandır ara verdiğim resme, internette bulunan kaynaklardaki temel bilgilere ulaşarak ve çokça pratik yaparak dönüyorum.

Bir uzman gözüyle bakıldığında çokça hata bulunabileceğini biliyorum ancak profesyonel anlamda olmasa da sanatla uğraşmak insanın ruhunu dinlendiriyor, benim de amacım ruhumu dinlendirerek bir şeyler üretmek. Üstelik bu vesileyle oğluma da örnek teşkil ediyorum çünkü onun da resim becerisi epey gelişti. Şimdilik nette bulduğum çizimleri taklit ediyorum, ancak İbrahim'in bebeklik fotoğrafı orijinal bir çalışma oldu.

23 Haziran 2015 Salı

BOŞNAK MÜZİĞİ


Farklı dildeki müziklerin çoğunu severim. Hatta Latin müziğinden Hint müziğine, Arap müziğinden Rum ezgilerine, Uzak Doğu ritimlerine kadar geniş bir dinleti yelpazem var. Ancak Slav dillerinde müzik dinlemişliğim pek yoktu. Sanırım Boşnak müziği denince Türkiye'de yalnızca Goran Bregoviç (Ederlezi parçası meşhur ve karakteristik) tanınıyor. 

Ülkeye gelmeden önce internette yaptığım araştırmalar sonucunda Eurovision şarkılarından ufak seçmeler yapıp dinlemiştim. 
Hata Mari Hari’nin Lejla’sı, Maya Sar’ın "Korake ti Znam" şarkısı slow şarkılar arasında en sevdiklerim olmuştu. Çokça dinlemekten sözlerini birkaç günde ezberlemiştim. Sonra ülkenin sevilen şarkıcısı Dino Merlin’den şarkılar dinlemeye başladım. Dino Merlin aşk dışındaki temaları da şarkılarında işleyen, belli bir çizgisi olan saygın bir şarkıcı. Daha sonra üniversite eğitimini Bosna'da tamamlayan mesai arkadaşlarım sayesinde Al Dino’yu tanıdım ve nefis parçalarını dinledim. 




Geleneksel şarkıları araştırdığımda Sevdalinkaları yani melankolik aşk şarkılarını buldum. Sevdalinkalar belli müzik aletleriyle (akordeon, gitar, keman, klarnet) çalındığından ülkenin kültürünü daha iyi yansıtıyor. Şarkıcılarının sesleri ise bizim halk müziği sanatçılarımızın seslerini andırırcasına titrek ve nağmeli. Kadir Kurtagić, Emina Ahmedhodžić, Hašim Muharemović ve Muhamed Mešanović-Hamić meşhur Sevdalinka sanatçılarından.








Açıkçası Boşnak müziğine ilk dinleyişte vurulduğumu söyleyemem. Nitekim Slav müziği belli müzik türleri gibi evrensel ve popüler değil. Bu yüzden kulağıma hoş gelen ezgileri bulmam zaman alıyor. Televizyonda rastladıklarım ya fazla modern yada çok kalitesiz. İnternetin yanı sıra gençlere sorarak iyi müziklere ulaşmaya çalışıyorum. Müzik dil öğrenmeye ciddi anlamda yardımcı oluyor, bazı ifadeleri ezberlediğim şarkı sözleri sayesinde oturtuyorum. 




http://www.bosnawi.ba/index.php?option=com_k2&view=item&id=539:bosnian-sevdalinka-queen-fairy-of-balkan-melancholy&lang=en

(Daha fazla Sevdalinka için Melika Salihbeg'in web sayfasındaki linki tıklayabilirsiniz.)

KISA SIRBİSTAN VE ÜSKÜP TURU

Eşimin görevi nedeniyle ailece yurt dışına seyahat etmemiz çeşitli prosedürlere tabii. Ancak Mayıs ayının sonunda iki günlük bir görev nedeniyle Sırbistan üzerinden Üsküp’e yol alıyoruz. Boşnak dostumuz (ve aynı zamanda Boşnakça öğretmenim) Naida da bize eşlik ediyor. Uzun yol için bir gece öncesinden midemi bulandırmaya ve kendimi korkutmaya başlıyorum. Hatta kaza kabusları görüp, rüyamda birkaç kez ölüyorum. Allah’a şükür sağ salim döndük ki, yazabiliyorum. Bosna’dan Makedonya’ya uçak seferi yok, mecburen otobüsle veya özel araçla gideceksiniz. Otobüs yolculuğu 14-16 saati buluyor, biz ise özel araçla yaklaşık 9 saatte varıyoruz. Ne yazık ki yollarda otoban çok az. Alabildiğine virajlı yollarla durmadan tepelere tırmanıyor, iniyor, tenha ormanlardan geçiyorsunuz. Hani başınıza bir şey gelse kimselerin duymayacağı cinsten sakin ve bir o kadar cennet yollardan. Bazı yerlerde durmak ve o sonsuz yeşilliği doya doya seyretmek istiyorum ama yolun uzunluğu ve sürenin kısıtlı oluşu buna izin vermiyor. 

Bosna Hersek sınırları içindeki Rebuplika Srpska bölgesinden geçerken bir miktar ürperdiğimi söyleyebilirim. Bosna içinde birlik olmayı hiçbir şekilde kabul etmeyen Sırpların yaşadığı bu özerk cumhuriyette Boşnaklar ve Müslümanlara karşı bir hayli olumsuz bir bakış açısı olduğu söyleniyor. Biz sadece araç içinde geçiş yaptığımız için gidiş ve dönüş yolunda herhangi bir kötü hatıra yaşamıyoruz ancak Bosna halkının bu konuda çok sayıda tecrübesi var. Bilhassa Müslüman olduğunuz dış görüntünüzden de belli ise, sözlü saldırılara muhakkak maruz kalındığını dile getiriyorlar. Ancak Sırbistan’da ise bu muamelenin tam tersi ile karşılanıyorsunuz. Yine tanıştığım çoğu insandan dinlediğim kadarıyla Türk olduğunuzu öğrenen Sırplar bir hayli dost canlısı davranıyorlarmış. Nitekim biz de yol tarifi sorarken veya pasaport kontrollerinde gayet güler yüzle karşılanıyoruz. Bu durum elbette politik. Bosna sınırları içindeki Sırpların çoğunluğu, Bosna’nın bağımsız bir ülke olmak yerine Sırbistan yönetimine tabii olmasını ve azınlık olarak muamele görmesini istiyor. 

Sırbistan’da yaşayan Sırplar ise daha az politik, Avrupa Birliğine girebilme ve standartlarını yükseltme peşindeler. Ayrıca Türkiye ile yapılan ticaret ve Türk turist sayısı ciddi oranda arttığı için Türk insanına karşı da uzun zamandır sempati besliyorlar. Sırbistan boyunca yolda rastladığımız kamyonların yarıdan fazlası Türkiye plakalı idi. Bosna’da olduğu gibi Sırbistan’da da çok sayıda Türk menşeli ürün bulunuyor.
Sırbistan Bosna’ya kıyasla daha bakımlı evlere sahip. Ancak doğa hiç değişmiyor, sınırsız tonlarıyla yeşil ülkenin her yerini bir halı gibi sarıp sarmalamış. Evlerin ve bahçelerin güzelliği insanda buralarda yaşayıp buralarda ölme isteğini uyandırıyor. Ülkenin tarihine ait hiçbir yeri yakından göremiyoruz, çoğu yerin uzağından geçerken baktığımızla yetiniyoruz bu yolculuğumuzda. Yani Belgrad’dan geçerken Sava nehrinin üzerine kurulu meşhur köprünün fotoğrafını gözlerimle hızlıca çekebiliyorum ancak.

Naida ile birlikte Üsküp'teyiz.
Üsküp’e yaklaştığımızda bitki örtüsünde çok hafif bir değişiklik oluyor. Ağaçlar biraz daha kısalıyor hava sıcaklığı artıyor. Sırbistan boyunca hiç görmediğimiz camileri Üsküp’e yaklaşırken görmeye başlıyoruz. Sınırı geçtikten bir bir buçuk saat sonra Üsküp’e varılıyor. Şehrin üç yıl önceki ziyaretime kıyasla değişip değişmediğini merak ediyorum. Hemen köprünün yanındaki otelimize varıyor aracımızı park ediyoruz. Her yer inşaat halinde. Yeni binalar ve tadilatı yapılan meydanlar şehre bir şantiye havası vermiş. Ne yazık ki üç yıl öncesinden daha soğuk ve daha bakımsız görüyorum şehri. O zaman da yapımı devam eden binalar vardı, o binaların hala tamamlanmadığını görmek burada işlerin çok yavaş ilerlediğini gösteriyor. Şehri Makedonların yaşadığı yeni şehir ve Müslüman Türk ve Arnavutların yaşadığı eski şehir olmak üzere ikiye bölen Vardar nehrinin suyu azalmış. Nehrin üzerindeki Taşköprü’de durup şehri seyretmek tüm inşaat kirliliğine rağmen yine de güzel. Tarihi dokunun korunmadığı şehirde Makedon yönetimi hiç durmaksızın birbirinden zevksiz ve donuk heykeller dikip duruyor. Gerekli gereksiz her yerde haç sembollü devasa heykeller sayesinde şehre güya modern ve Hıristiyan bir doku kazandırma çabası var.



Eski şehir bu noktada çok daha sıcak çok daha bakir ve ne yazık ki daha bakımsız. Küçük bir çarşısı var Üsküp’ün, az sayıda dükkan, cafe ve restoran barındıran çarşıyı yarım saat içinde rahat rahat dolaşıp bitirebilirsiniz. Köftesi, böreği, şopskası (Bir tür peynirle yapılan salata), simit poğaçası(ekmek arası börek) meşhur. Bol sıfırlı para birimi denar alışverişlerde kafamızı karıştırıyor. Fiyatlar Bosna ile benzerlik gösteriyor. Hediyelik eşyalar aşağı yukarı aynı. Deriden yapılmış her boy çarık dışında ilgimi çeken farklı bir eşya göremiyorum. Magnetler, cüzdanlar, ahşap kutular, saatler, cam süs eşyaları, el örmesi çantalar vs Bosna’da ve Türkiye’de daha geniş çeşit seçeneği ile sunuluyor. Üsküp’te kendimi İstanbul’a daha yakın hissediyorum. Bu şehirde insanlar kesinlikle çok sıcak ve çok misafirperver. Türkiye’den gelenlerle son derece yakından ilgileniyor ve Türkçe konuşmaya çalışıyorlar. Türkçe bilmek ve öğrenmek burada bir kimlik oluşturmak demek. Müslüman olan Arnavutlar –şayet çok milliyetçi değilse-bir şekilde Türkçeyi de öğrenmeye gayret ediyor. Girdiğimiz her ortamda mutlaka Türkçe konuşan insanlara rastlıyoruz. 

Şehirde Türk iş adamları tarafından açılan Balkan Üniversitesinin mezuniyet törenine katılıyoruz, nitekim bu kadar yolu da bu tören için gelmiştik. Törenin düzenlendiği tarihi binada daha önce tanıştığım çok sayıda insanı görüyorum, kimiyle Üsküp’te, kimiyle İstanbul’da tanışmıştık. Bu karşılaşmalar evime gelmiş hissi uyandırıyor. İşin ilginci yeni tanıştığınız insanlar da inanılmaz dost canlısı olunca Boşnakların derin mesafelerinden sonra kendimi bir hayli iyi hissediyorum.  Kısacık tanışmaların ardından bizi evlerine davet edecek kadar nazik insanların varlığı beni duygulandırıyor. İbrahim de Türkçe konuşan çocuklarla kısa süreli de olsa oynayabildiği için mutlu oluyor. 

Tören sonrası Naida ve ben eşimden ayrılıyor, Naida’nın arkadaşlarını ziyarete gidiyoruz. Bize küçücük evlerini geniş yürekleriyle açan Zenur ve ailesini bir akraba kadar yakın hissediyoruz. Annesinin hazırladığı sofraya oturuyor, Tetova fasulyesinden yapılan lezzetli kuru fasulyeyi, kızarmış etli biberleri, şopska salatasını ve yaprak sarmalarını afiyetle yiyoruz. Ardından reçel ve lokumla ikram edilen Türk kahvelerimizi içiyoruz. Buradaki kahve bizim usulümüze daha yakın, Boşnaklar sıcak su ile kişi başı üç dört fincanlık kahveler hazırlarken Üsküplüler tek kişilik kahveleri soğuk suyla hazırlayıp ağır ağır kaynatıyor. Arka arkaya ikramlarda bulunan teyzemiz harika bir Üsküp Türkçesi ile konuşuyor. İlginç ama Naida da bu Türkçeyi anlıyor. Zenur da anne ve babası sayesinde Türkçe anlayabiliyor ama konuşurken İngilizceye başvuruyor. Makedonca ile Boşnakça birbirine benzerlik gösterse de her iki millet İngilizce anlaşmayı tercih ediyor. Bana kalırsa biraz kolaya kaçıyorlar. Şöyle diyebilirim ki, bir Boşnak Makedonya’da birkaç ay kalarak bu dili gayet iyi öğrenebilir.

Ziyaret ettiğimiz Arnavut ailenin bahçesi ve
bizi bekleyen muhteşem sofra. 
Arnavutların ev ve bahçe dizaynları Bosna’dan çok farklı. Evler yüksek duvarlarla çevriliyor, küçük bir kapıdan giriyor ve içeride çok güzel bir bahçe ve bahçenin tam ortasında küçük evler görüyorsunuz. Arnavut ve Türkler akraba ilişkilerine çok önem veriyor. Akrabalar birbirlerine çok yakın oturuyorlar. Bahçelerde komşu ev sayısı kadar da kapıcık sayısı var. Bu şekilde akrabalar, komşular dışarı çıkmadan bu kapıcıklar sayesinde birbirini ziyaret edebiliyor. Zenur’ların oturduğu ev bir mutfak, banyo ve sadece iki odadan oluşuyor. Tam altı dil bilen babası uzun süredir iyi bir iş bulamadığı ve serbest çalışmak zorunda kaldığı için evlerini genişletemiyorlar. Buna rağmen bizi evlerinde ağırlamak için yoğun ısrarda bulunuyorlar. Biz de Naida’yı kendilerine bırakıp, eşimle otele geçiyoruz.

İşsizlik ülkenin başta gelen problemlerinden. Dil bilmeyen insan olmadığı gibi, halk çoğunlukla eğitimli. Yine politik sebeplerden ötürü resmi kurumlarda çalışanlar Makedonlar. Arnavutlar da Türkler de esnaflığı tercih etmek durumunda kalıyorlar. Geniş aileler şeklinde yaşayarak ekonomik sorunlarını hafifletmeye çalışıyorlar. Gelin kaynana, bazen de iki üç elti aynı evde yaşamak durumunda kalıyor ancak bu durumdan şikayetçi değiller. Bu bir kültür ve bu kültürün olumlu yönlerinden daha fazla yararlanıyorlar. Geleneklerine bağlı insanlar Üsküplüler. 

Üç yıl önce tesadüfen katıldığım bir düğünde bu gelenekçiliği tüm güzelliğiyle görmüştüm. Düğün ve kına gecesi burada kadınlar için en önemli hadiselerden biri. Özellikle gelinin yakını bir hanım için koca bir valizi ayakkabı, kıyafet ve benzeri aksesuarla doldurmak demek. Düğün ve kına gecesi esnasında gelin de, yakınları da defalarca kıyafet değiştiriyor. Kına gecesine katıldığım ilk dakikalarda içeri giren gelinden beş dakika sonra bir başka gelin daha geldiğinde çifte düğün olduğunu düşünmüştüm. Üçüncü gelini de görünce hayretli bakışlarımı anlayan düğün sahipleri bana geleneklerini açıklamasaydı kadar ne düşünecektim bilmiyorum.  Yeni evlenmiş gelinler (on yıllık evli gelin de yeni gelin sayılıyor) gittikleri düğünlerde gelinliklerini giyiyorlar, hatta bazen yanlarında çocukları bile oluyor. Böylece gelinlik ömürde sadece bir kez giyinen bir elbise olarak kalmıyor, bazen daraltılıyor, genişletiliyor çeşitli tadilatlar geçiriyor ve yeniden giyiliyor. Bolca ikramın yapıldığı, Türkçe oyun havalarının çalındığı ve halayların çekildiği düğün ve kına gecelerini kadın erkek ayrı düzenlemeleri de hoşuma gidiyor.


Sürenin kısıtlı olmasından ötürü daha önceki ziyaretimde gördüğüm Struga, Ohri ve Tetova’yı bu defa ziyaret edemiyoruz. Üsküp merkezi ile sınırlı kalan ziyaretimiz ertesi gün öğle saatlerinde son buluyor. Bismillah diyerek bizi bekleyen on saatlik yola çıkıyoruz. Daha geniş bir zamanda ülkenin dört bir yanını doya doya gezmek duasıyla ayrılıyoruz.

PARKLAR VE ÇOCUKLAR



Grbavica'da hemen hemen her kilometrede bir çocuk parkına rastlıyorum. (Ne yazık ki Saraybosna'nın genelinde bu kadar çok park yok.Bu nedenle Grbavica'da oturduğumuz için şanslıyız.) Binaların arasında, nehir kenarında sık aralıklarla küçük ama çocuklar için güvenli ve temiz parklar mevcut. Parklarda bulunan tırmanma zeminleri sayesinde oğlumun tırmanma ihtiyacını giderebildiğim için çok mutlu oluyorum. O oynarken, ben de annelerle, daha çok dedeler ve ninelerle tanışıyorum. (Çünkü Bosnalı anneler çoğunlukla çalışıyor.)Bu tanışmalar, konuşmalar bana Bosna hakkında çok şey öğretiyor. Her gün yeni bir insanla başlattığım kısa diyaloglar sayesinde onlarca örnek biriktiriyorum. Şimdilik benim için kimin hangi milletten olduğunu ayırt etmenin en kolay yolu çocuğa seslendikleri isme dikkat etmek.

Bazen güler yüzlü bir Sırp dede ile ciddi ciddi samimi bir muhabbete dalabiliyoruz. (Samimiyeti ifadelerden anlıyorum, yoksa hala Boşnakçam söylenenlerin büyük bir kısmını anlamaya yetmiyor) Üç millet arasındaki ilişkinin, sınırların her bölgede değiştiğini bizzat deneyimliyorum. Türkiye’den geldiğimi duyunca sevgiyle ve ilgiyle karşılık gösteren Boşnaklara ilk günlerde zaten alışmıştım. Artık, başımdaki örtüye ve geldiğim ülkeye rağmen, sıcak davranan gayrımüslimleri görmek de benim için sıradanlaşıyor. Genel bir kuralın olmadığını biliyorum. "My Name is Khan" filminde annenin oğluna “Dünyada iki tip insan vardır: iyi insanlar ve kötü insanlar” deyişi hep aklımda. Bir Müslüman olarak, insanları tanımadan yargıya kapılmanın, onları etnisitesine veya inanç sistemine göre toptan yargılamanın yanlış olduğu bize zaten kendi inanç sistemimizde öğretiliyor. Sanki burada onun pratiğini yapıyor gibiyim.


Tipik bir Boşnak çocuğu

Kırmızı kabuklu fındık
Çocukların biz oğlumla konuşmaya başladığımızda yabancı olduğumuzu fark edip, dikkatli dikkatli bakmaları gün içinde defalarca yaşadığım bir hadise. Kimisi el sallıyor, kimisi gülümsüyor, kimisi temkinli bakışlarla süzüyor ve annesine hakkımızda sorular soruyor. Bazen “Mi smo Turski” diyor meraklarını gideriyorum bazen de tahmin etmelerini istiyorum.




TÜRK DİZİLERİ VE TÜRKÇE SEVGİSİ


Buraya geldiğimden beri Amerikalıları anlıyorum sanırım. Hani dünyada kendi dilinden başka dil öğrenmeye ihtiyaç duymayan yegane millet olmalarıyla biraz da alaya alınırlar ya, sanki biz Türkler de yakın zamanda onlara eşlik edeceğiz. Türkçenin buralarda ne kadar popüler olduğunu gördükçe buna her geçen gün daha fazla inanıyorum. (Ha bir de kendi insanımızın dil öğrenme konusundaki yeteneksizliğini defeatle tecrübe edince...) 

Burada genci yaşlısı, çoluğu çocuğu çoğu insanın en azından temel seviyede İngilizce bilip, bildiğini de özgüvenle kullanması beni etkiliyor. Ama temel düzeyin üzerinde bilen ve kullanan insan sayısı fazla değil. Yani günlük işlerimi İngilizce ile halledebiliyorum, temel soru ve cevaplar noktasında halkın iletişimi gayet iyi. 

Gelelim Türkçe ve Türk dizileri konusuna. Ailece dış görüntümüzden Türk olduğumuz anlaşılmıyor. Çekik gözlü oğlum ilk bakışta Uzak Doğulu veya Orta Asyalı intibası bırakırken, çoğu insan sarışın ve renkli gözlü eşimi ülkenin yerlisi zannediyor. Tek renk veren benim yani:) Türkçe konuştuğumuzu anlayana kadar insanlar bir miktar tereddüt ediyorlar ama birkaç kelime Türkçe duyduklarında iş değişiyor. Nereden ayırt ettiklerini sorduğumda ilkokul çağındaki çocuklardan bile aynı cevabı alıyorum: Türk dizileri. Hemen takip ettikleri bir Türk dizisinin ismini söylüyorlar. Bu sıra Elif isimli bir dizi revaçta ki hiç izlemedim. Hatta dizilerimiz Sırp ve Hırvat kanallarında doğal olarak Sırbistan'da ve Hırvatistan'da da popüler. Bu nedenle bu ülkelerde de Türk insanı hayret verici bir biçimde ilgiyle karşılanıyor. 

Aşağı yukarı herkes bir kaç Türkçe kelime biliyor, "günaydın, güle güle, arkadaş, nasılsın" gibi üç beş ifadeyi kullanmaktan ve bize gülümsemekten çekinmiyorlar. Benim gözlemlediğim ve sohbetlerim sayesinde edindiğim izlenimler neticesinde Türk insanına ve Türkiye’ye karşı dikkate değer bir sempati var. Türkiye'nin Bosna’daki yatırımları, yardımları maddi manevi varlığı buradaki insanları hoşnut ediyor.(Tabi ki, Boşnaklar için konuşuyorum, gayri müslim nüfus için yaşadıkları bölgelere göre tepkileri de değişiyor.) Siyasi anlamda da Erdoğan destek buluyor ve çok seviliyor. Yunus Emre Enstitüsü sayesinde Türkçe kursu gibi bir hizmet var ülkede ve bir hayli ilgi görüyor. Nahla gibi prestijli kurumların da Türkçe kursları mevcut. Hatta pratik sınıfının öğretmeni de benim :)

Bunun dışında savaş döneminde Türkiye’de yaşamak durumunda kalan insanların gayet iyi Türkçesi var, hatta çocuk yaşta gidip okula gidenlerin Türkçelerinin kusursuz olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’de üniversite ve lisans üstü eğitim alanların sayısı da az değil, doğal olarak onlar da iyi bir Türkçe'ye sahipler. Türkiye'nin yaptığı yatırımlar ve açtığı kurumlar sayesinde vaktiyle Türkçeyi çok iyi öğrenmiş bu insanlar için de iş kapıları doğmuş oluyor. 

BOSNA'DA KADIN


Savaşta erkek nüfusun acımasızca katledilmesinden sonra Bosna'da kadın nüfusu erkek nüfusundan fark edilir oranda fazla. Bunu sokağa çıktığınızda, dışarıda yemek istediğinizde, alışverişe çıktığınızda bariz bir şekilde hissediyorsunuz. Sanki Bosna kadınlar ülkesi.

Hem evde, hem işte tam kapasite çalışan, dinamik bir kadın profili var Bosna'da. Roller son derece keskin. Bu yüzden Boşnak kadını bir hayli fedakar ve güçlü. Ayrıca bakımlı, güzel, görgülü, eğitimli velhasıl on parmağında on marifet!. Özensiz giyinmiş, saçı başı dağınık, güzel kokmayan yaşlı bir hanıma dahi rastlamadım henüz. 

Hem şahsi temizliklerinde hem de evlerinin temizliğinde son derece hassaslar.  Kibar ve ince davranışlarını hayatın her sahasında görmek mümkün. Eğitimli ve görgülü Boşnak kadını başkalarının hakkını gözetmek noktasında da son derece titiz.

Boşnak kadının aile içindeki rolüne gelince, Bayrampaşa'da iken duyduğum "Ne dikiliyorsun Boşnak gelini gibi!" sözü burada geçmiyor artık. Türkiye'deki Boşnak kökenli vatandaşlar geleneklerini korumak konusunda hassas olsalar da , Boşnak halk gelin üzerinden yapılanan geleneklere pek itibar etmiyor artık. (Bana kalırsa fena da yapmıyorlar.) Gelin kaynana bir arada yaşama zorunluluğu ve gelinlik etmenin ağır kuralları artık kalkmış. Belki ufak tefek geleneklere köylerde rastlamak mümkündür ama şehirdeki düğünler dahi Bosna kültürüne ait öğelerden gün geçtikçe sıyrılmış.Burada evlenen kız arkadaşlar eşlerinin ailesine ilişkin herhangi bir sıkıntı yaşamadıklarını, aile ilişkilerinin daha Avrupai olduğunu ifade ediyorlar.

Mutfak konusunda bir hayli becerikli olduklarını duyduğum Boşnak kadınlarının en iddialı oldukları yiyecek ise börekleri. Her ülkede olduğu gibi burada da benzer espri var, börek açamayan kızı evlendirmezler! Yada tam tersini söyleyelim, bir kız börek açmayı öğrendiyse artık evlenebilir...

Yazının başında da belirttiğim gibi hem işte hem evde çalışan bir Boşnak kadını görüyorum. Şayet iş bulabildiyse mutlaka çalışmayı tercih eden kadın, evin temizliğini, yemeği, ütüyü, alışverişi velhasıl eve ait tüm koşturmacaları da üstleniyor. İşin içinde ekonomik sebepler olduğu kadar, ekonomik özgürlük talebi ve çalışmanın sağladığı özgüven kadını çalışmaya itiyor. Bu nedenle Boşnak aile yapısında son derece saygın konumu olan deda ve nanalar(dede ve nineler) torunlarına bakmak durumunda kalıyor. Çocuklara karşı bir hayli ilgili ve özenli olan halkın yaşlıları bu durumdan gayet memnun. Parklarda sohbetlerine ortak olduğum dede ve nineler hallerinden hiç de şikayetçi değiller. 

Ancak Kur'an'la ilişki ve İslami pratikler Müslüman coğrafyanın genelinde olduğu gibi bu topraklarda da zayıf. Elbette aşkla ibadetlerini yerine getiren insanlar var ama çoğunluk için bir ifade kullanmak gerekirse ibadetler noktasında hassasiyet oldukça az. Komünizmin silinmek bilmeyen etkilerinden olsa gerek, Müslüman kadına emredilen örtünme farziyeti ne yazık ki ihmal ediliyor. Örtüsüzlük vücudu sergilemek boyutuna gidecek derece abartılıyor, hatta örtülü yaşlı nine görmek dahi zor. Evet, belki Müslüman dünyadaki sırf gelenekten gelen örtünme biçimini eleştirebiliriz. Bu geleneksel örtünme biçimini başka seçeneği olmadığından benimseyen ve cahilce yaşayan çok sayıda kadından bahsedebiliriz. Hani başı örtülü ama namaz kılmayan, yalan söyleyen, temizliğine dikkat etmeyen, insan ilişkilerinde kırıcı ve hoyrat olan…Buna karşın örtüsüz ama namaz kılan, diğer ibadetlerini de yerine getiren bir Müslüman kadın var Bosna'da. (Benzer durum Türkiye'de de var fakat Türkiye'de namaz kılan örtüsüz bir kadının, giyim noktasında biraz daha dikkatli olduğunu ve ileride bir gün örtünme niyetinde olduğunu gözlemledim şimdiye kadar.) Elbette giyim konusundaki eksiklik inançlı bir bayanın namaz kılmasına engel değildir. "Madem örtünmüyorum o halde namaz kılmayayım" dememiştir, zira her ibadet, her farz kendi içinde Allah tarafından değerlendirilir, bizim tarafımızdan değil. Lakin, namaz insanı fahşa ve münkerden alıkoyar ise, uzun zamandır kılınan bir namazın da kadını bu kadar örtüsüz gezmekten alıkoyması gerekmez mi diye düşünmeden edemiyorum.

Durumu eleştirmekten ziyade normalleşmesinin ve gereğinden fazla takdir görmesinin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. (Bosna'ya gelip de "Maşallah mini etekli, makyajlı kadınlar camiye gidiyor!" şeklinde hayranlık ifade eden cümleler kurmayan var mı? Bana kalırsa sınırı aştığımız nokta tam burası, Müslüman ise elbette namaz kılacak, bunu abartılı bir şekilde ifade etmenin ve hayranlık duymanın ne alemi var?)Çünkü bu durumda örtülü olmaksızın da ibadetler yerine getiriliyor ise, örtünmeye çok da gerek olmadığı gibi yanlış bir çıkarıma ulaşılabilir. Hatta tesettürlü kadınların fazla muhafazakar kaldığı düşüncesi bile gündeme gelebilir. Avrupa İslamı diye Bosna'yı örnek gösterme çabalarının altında da bir miktar kötü niyet arıyorum doğrusu.





https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/3/30/Bosnien_Volkstrachten.JPG

İnternette yapacağınız ufak bir araştırma sonucunda komünizm öncesi Boşnak kadının giyimini ve günümüzdeki Boşnak kadının giyimini kıyaslayabilirsiniz.



ULAŞIM


Yıllardır araba kullanma korkusu nedeniyle bir ehliyet sahibi olamamanın eksikliğini bu ülkede daha fazla hissettim. Öncelikle araçlar son derece ağır seyrediyor ve herkes kurallara uyma noktasında azami gayret gösteriyor. Yollar geniş ve düzenli ve nadiren trafik ve park yeri bulamama gibi bir sorunla karşılaşıyorsunuz. Yani özel araç ile ulaşım son derece rahat, özellikle bayanlar için. Trafik ışıklarına uyma konusunda ve yayaya öncelik verme noktasında son derece hassaslar. Hatta bazen kırmızı ışık yansa da dursak dercesine ağır seyreden araçlar eğer aceleniz varsa sinirlenmenize neden olabiliyor. Eee burası acele etmeyen insanların ülkesi. Bir yabancının öğrendiği ilk kelimelerden biri “polahko”(yavaş) oluyor bu yüzden.

Ancak ehliyet veya özel araç yoksa, toplu taşıma da bir alternatif. Son derece eski tramvay ve troleybüsler sık aralıklarla hizmet veriyor. Buna karşın ulaşım ciddi anlamda pahalı. (Öğrenci veya 60 yaş üzeri değilseniz) Ya aylık kartlar taşıyorsunuz veya her defasında duraklarda satılan biletlerden alıyorsunuz. Veyahut hiçbir şey almadan binip seyahat ediyorsunuz ama kontrolcülere yakalanmamalısınız. Elbette dürüst ve prensip sahibi insanlar için bilet almaksızın seyahat etmek bir seçenek değil, ancak hayat pahalılığı ve kontrolün olmayışı insanları bu suça ve günaha davet ediyor.

Sizce de bu ülkede yürünmez mi?
Toplu taşıma araçlarında güzel muhabbetler başlatabiliyorsunuz. Çoğunlukla yaşlı olan yolcular yabancılara gülümsemeyi ve ilgiyle bakmayı ihmal etmiyor. Özellikle İbrahim’in çok popüler olduğunu söyleyebilirim, bir şekilde yanına oturtmak isteyen, sorular soran, şakalar yapan çok insana rastlıyoruz.

Şehirlerarası seyahat etmedikten sonra, şehir içinde taksiler de iyi bir alternatif. Türkiye’ye kıyasla yakıt ucuz olduğundan taksi fiyatları da daha uygun. Birkaç kişi seyahat etmek istendiğinde taksi toplu ulaşımdan çok daha ucuza geliyor.


Peki yürümek? İşte benim tercihim hava şartları müsaitse hep yürümekten yana. Yağmur ve rüzgar yoksa hava ne kadar sıcak olursa olsun yürünür, çünkü ağaçlar sayesinde her yerde bir gölge bulunuyor. Üstelik çeşit çeşit ağacın ve geniş caddelerin keyfini de ancak yürüyerek çıkarabiliyorum. Kimsenin toplamadığı ıhlamurlar, erikler, kirazlar, malta erikleri benim için büyük bir nimet. Bizde olsa her bir meyve ağacının dalları kırılmış zavallı ağaç dünyaya ağaç olarak geldiğine pişman olmuştu. Burada kimsenin doğaya zarar vermek istememesini takdir ediyorum. 

MELİKA SALİHBEG


Bugün 10 Mayıs 2015… Kendisiyle tanışmaktan çok mutlu olduğum için benim açımdan önemli bir gün olduğu kadar Melika hanım için de önemli bugün. Melike Hanım annesini yıllar önce tam da bugünde kaybetmiş, ancak bugün onun da doğum günü olmuş, kendisini bulmuş. Türkiye’deki bir arkadaş vasıtasıyla tanıdığım ve telefonuna ulaştığım Melika hanımla dün gece viberden yazıştık ve bir sonraki gün için buluşacağımız saati ve yeri kararlaştırdık. 70 yaşında olmasına rağmen websitesini her gün güncelleyen kadının viber kullanmasına şaşırmamalıydım. Uykum gelene kadar websitesinden şiirlerini, düzyazı şiirlerini, hayatını, kendisiyle yapılan röportajları okudum.

Ertesi gün bana verdiği saatte Başçarşıdaki katedralin önüne geldiğimde siyah örtüsü ve siyah elbisesi içinde sanki daha 40lı yaşlarda bir hanım gibi göründü gözüme. O beni tanımadığından uzaktan elimi kaldırıp gülümseyerek yürüdüm kendisine. Beni görünce Maşallah diyerek en içten gülümsemesi ile baktı yüzüme. Sıkıca sarıldık ve hemen nerede oturacağımıza karar vermeye çalıştık. Evinin çok yakın olduğunu söyleyince, bu değerli hanımın evini görmeyi çok istedim. Yazdığı kitaplara dokunmak, ilham aldığı evin havasını solumak benim için önemliydi. Yaşına rağmen bu kadar dinç görünmesini anlamaya çalıştım. Yapacak çok işi vardı, heyecanı, enerjisi bir genç kızda yoktu sanki.

Tarihi bir sokakta bulunan evi, en az sokak kadar tarih kokuyor. Birbirinden güzel çiçekleri, eski ama otantik eşyalar ve duvarlarda boş yer bırakmayacak kadar çok kitap ile bu ev beni büyülüyor. Evin en aydınlık kısmındaki laptop ve çalışma masası o güzel şiirlerin ve yazıların harflere büründüğü köşe. Bu koca evi mutlaka bir yardımcı temizliyordur diye düşünüyorum hemen itiraz ediyor, her işi kendi başına yaptığını ve bundan memnuniyet duyduğunu belirtiyor. Sohbetimize geçmeden önce, Melike hanım hakkında Boşnakça ve İngilizce olarak hazırladığı kendi websitesindeki bilgileri paylaşmak istiyorum:

Melike hanım 1945 doğumlu. Saraybosna’da lise eğitimi tamamladıktan sonra Zagrep Üniveristesinde Siyasi İlimleri bitirmiş. Daha sonra Saraybosna’ya gelerek Çağdaş Felsefe alanında masterını tamamlamış. Nannter üniversitesinden kazandığı burs ile Paris’te bir yıl Modern Sanat’ın Ontolojisi teziyle çalışmasını noktalamış. Saraybosna’ya tekrar döndüğünde siyasi nedenlerle çalışmalarına devam edememiş. Hatta geç kaldığını düşündüğü Arapça ve Farsça eğitimi de aynı nedenle engellenmiş. Bosna Kültürel ve eğitim organizasyonundaki işine de aynı siyasi sebepten son verilmiş. Peki bu siyasi sebep neydi? Melike hanım inancı gereği örtündüğü için elindeki tüm imkanlar mahrum edilmişti. Kitap çalışmalarına, yazılarına kısaca entelektüel hayatına da sekte vurulmuştu. 

Melika hanım Aliya İzzetbegoviç ile birlikte 1983’teyargılanan 12 isim arasındaydı. O tarihte henüz 12 yaşında olan oğlunun gözü önünde apar topar evinden çıkarılmış, tam beş yıl hapis yatmıştı. Hapiste geçen yılların son dönemlerinde yaptığı açlık grevi olmasa demir parmaklıklar arkasında can verecekken, rejim onu zaten öldüğünü kabul ederek bırakmıştı. Melike hanım o dönemi anlatırken, oğlunun hala kendisini toparlayamadığını, o günleri capcanlı hatırladığını hüzünle ekliyor.

Gelelim Melike hanımın Türkiye ile bağlantısına. Melike hanımı savaş döneminde Türkiye’deki tanınmış isimlerden biri ülkemize getirmiş hatta onu çok sayıda isimle de tanıştırmış. Kendisiyle tanışan çoğu insan fikirlerine, şahsiyetine ve yaptıklarına hayranlık duyarken, Şii olduğunu öğrendikleri an onunla irtibatı kesmişler. Onu Türkiye’ye getiren zat evinden dahi kovmuş. Bu durumda akıl ve vicdan sahibi bir aile kendisine sahip çıkmış, tıpkı ailelerinin bir üyesi gibi muamele edip sevmişler. Nitekim ben de kendisine bu aile vasıtasıyla ulaştım.

Melike hanım, Bosna’da da benzer sorunla mücadele ediyor. Şii olması hasebiyle, komünist rejime karşı verdiği mücadeleyi görmezden gelenlerin yanı sıra, Şiilik ile uzaktan yakından alakası olmayan şiir kitapları da yayınevleri ve kitapçılar tarafından ilgi görmüyor. Zaten bu nedenle çoğu eserini İngilizceye bizzat çevirerek aynı kitap içinde hem İngilizce hem Boşnakça yayınlıyor.

İnsanların Şii olduğunu bilmeden önce fikirlerinden etkilenmesi, kendisiyle konuşmaktan mutlu olmasının Şii olduğunu öğrendikleri anda değişmesine bir anlam veremediği gibi, sanırım bundan artık yorulmuş. O yüzden evine girer girmez Humeyni’nin resmini gösterip, Şii olduğunu ve eğer bu benim için bir problem olacaksa, hemen gidebileceğimi söylüyor. Hüzünleniyorum. Dinsize yapmadığımız muameleyi din kardeşlerimize layık görebildiğimiz için… Şia sempatizanı değilim ve hatta hiçbir zaman Şia’ya kendimi yakın hissetmedim. Dinle alakası olmayan bir Sünni ile arkadaşlık yapıp, alnı beş vakit secdeye varan bir Şiiden kaçmanın manasını kendime izah edemiyorum.

Tam üç buçuk saat kalıyorum Melike hanımın yanında ilk görüşmemizde. Sohbetine, hayat hikayesine, fikirlerine doyamıyorum. Geçimini sağladığı kitaplarından satın almak istediğimi söylediğimde canı sıkılıyor. Israrla çok pahalı olduğunu söylüyor. Yine de almak istediğimi ve okumayı çok sevdiğimi söylüyor, ikna etmeye çalışıyorum kendisini.  Yayınevleri basmaya yanaşmadığından, az sayıda bastırabiliyor ve bu nedenle bir kitabın maliyeti hayli yüksek oluyor. Sıradan bir kitabın yaklaşık üç katı fiyatında olan kitapları için indirim yapmaya çalışıyor, kabul etmiyorum. Dışarıda bir öğünlük yemek parası olduğunu söylediğimde, gerçek bir okuyucu bulduğunu düşünerek seviniyor. Elbette imzalatıyorum. Kalkmama yakın paranın bir kısmını vermeye çalışıyor, utandığını söylüyor ancak sonuna kadar helal ettiğimi, emeğinin karşılığının çok daha fazlası olduğuna inandığımı söylüyorum.


Defalarca sarılarak ayrılıyorum. Tekrar geleceğimi biliyorum…

* Bu yazı www.on5yirmi5.com sitesinde "Unutulmuş Bir Devrimci : Melike Salihbeg" ismiyle yayınlandı. Ancak sonrasında Melika Hanımdan biraz sitem işittim. Kendisi hiçbir zaman bir devrimci olarak anılmak istemediğini, bir Müslümanın "Lailahe illallah" diyerek zaten bir devrim yaptığını, İslam dünyasının devrimciden çok düşünürlere, filozoflara ihtiyacı olduğunu belirtti. Dolayısıyla ben onun için bundan sonra "Unutulmuş Bir Arif" demeliyim. 

Bosna’da Mayıs ayının güzelliği


İlk ayı bu kadar hızlı tamamlayacağımı düşünemezdim doğrusu. İlk haftalarda yaşadığım zihin karışıklığını, hayatı akışına bırakarak ve haddinden fazla talepkar olmayarak yenebileceğimi anladım. Zaten Allah çok istediğimiz bazı yolları kapatarak veya zorlaştırarak, bizler için daha hayırlı olan yolları açıyor. Bu konuda her zaman tekrarladığım "eksik/yetersiz teslimiyet" hatamı bir kez daha fark ediyorum.

Oğlum üç haftanın sonunda artık yuvaya alıştığını söyledi, ne kadar doğru olduğunu zaman gösterecek. Arkadaşlarıyla sözsüz de olsa iyi bir iletişim kurmayı başardı. Sanırım belli başlı talimatları, sözcükleri tahmin edebiliyor artık. O yuvadayken benim de üç saat kadar “kendime ait” zamanım oluyor. Kalan zamanları İbrahim’in soruları ve istekleriyle bölündüğüm için "ikimize ait zaman" olarak niteleyerek rahatlıyorum.


Her yer sapsarı çiçeklerle ve papatyalarla dolu.
Havalar belirgin bir şekilde ısındı. Bir ay boyunca kuruyan cildim, ellerim, yüzüm yavaş yavaş kendine geliyor. Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar nemlendirici krem kullandığımı hatırlamıyorum. Neyse ki, toparlıyorum. Sıcak havalar balkona çıkma isteği uyandırıyor. Burada insanların balkonlarına özen gösterdiklerini fark ediyorum. Benim gibi, yeşillik ekenler de var, çeşit çeşit çiçekle balkonunu güzelleştirenler de. Hatta hemen her markette toprak ve saksı (saksija) satılması gözlemimde yanılmadığımı doğruluyor. Üstelik gerçekten de tohum, saksı ve toprak ucuz. Havaların ısınması akşam yürüyüşlerini de beraberinde getiriyor. Sokaklar insan dolu. Kimi bisiklet sürüyor, paten kayıyor, kimi de köpeğiyle birlikte yürüyüşe çıkıyor. Sokaktaki insanların üçte ikisi kadın. Kadınların özgürlüğüne imrenmemek elde değil.  Gece yarısı dahi güvenle sokağa çıkabiliyorlar, istedikleri gibi giyinme konusunda da sınırsız bir özgürlükleri var.(Bu giyim konusuna daha sonra değineceğim.)

Kimisinde canlı müzik çalan cafeler de tıklım tıklım. Herkes bir yerlerde bir şeyler içiyor, sohbet ediyor. Bu ülkede en lüks mekanda dahi sadece bir kahve içerek saatlerce oturma hakkına sahipsiniz. Halkın bu sosyal yönünden etkileniyorum. Dillerini bir an önce öğrenip sohbetlerine ortak olmak istiyorum.

Boşnakça konusuna değinmişken, nihayet evde ders almaya karar veriyorum. Bana Bosna’ya geldiğim ilk günden bu yana bana her konuda yardımcı olan, master öğrencisi Naida ile derslere başlıyoruz. Naida da ülkenin iş arayan eğitimli ve donanımlı gençlerinden biri. Akıcı ve gayet iyi düzeyde bir İngilizcesi var, bunun yanı sıra iki yıldır da Türkçe kursuna gidiyor ama Türkçeyi kullanma konusunda biraz çekingen davranıyor. Daha önce dil öğretme tecrübesi yok ancak ben kendi tecrübelerime güveniyorum, o öğretmesini bilmese de, ben nasıl öğreneceğimi bildiğimden hızla yol alıyoruz. Sanırım ilk bir ayın sonunda temel zamanları ve kipleri, belli başlı ifadeleri ve kalıpları öğrendim, iş bunları iyi bir pratikle pekiştirmeye kalıyor. Çünkü kullanmadığım bilgileri anında unutuyorum. Bundan sonraki derslerimiz daha çok pratik ve benim kurmaya çalıştığım cümleleri düzgün hale getirmekle geçiyor. Kendisi de Türkçeyi öğrenirken benzer sıkıntıları yaşadığı için Naida beni çok iyi anlıyor ve yüreklendiriyor. Zaten ders saatiyle kısıtlı kalmıyoruz, sağ olsun kendisini mesajlarla rahatsız ediyorum,ama o bundan keyif aldığını söylüyor.(Bu arada ülkede özel ders almak Türkiye’ye kıyasla ciddi anlamda daha ucuz.) 

Naida şimdiye kadar Boşnakça öğrenmeye bu kadar istekli tek Türk arkadaşının ben olduğumu söylüyor. Türklerin dil öğrenmeye isteksizliği üzerine sık sık konuşuyoruz. Tespitlerimiz aşağı yukarı aynı. Biz bir başka dili konuşmaya çalışırken kendimize güvenimizi kaybediyor ve hata yapmaktan, eleştirilmekten çok korkuyoruz. Bu nedenle de yabancı dil konuşmaktan kaçıyoruz. Bosna’da yaşayan öğrencilerin çok büyük bir kısmı yüz kelimeden fazlasını öğrenmeden ülkede beş altı yıl geçirip dönebiliyor. İlk yıllarda öğrenememeleri İngilizceye odaklanma ve derslerini geçme zorunluluklarından ötürü mazur görülebilir. Ancak hiç olmazsa son yıl içinde bazı temel kavramlar öğrenilmeli ve ülke insanıyla bir şekilde diyalog kurulmalı diye düşünüyorum. 




ÜNİVERSİTE VE EĞİTİM


Kimse okuduğu veya mezun olduğu üniversiteyi olumsuz ve yetersiz anlatmak, tanıtmak istemez. Her öğrenci derslerin zor olduğunu, üniversitenin iyi eğitmenler barındırdığını ve öğrencilerin dersleri geçmekte, okulu bitirmekte zorlandığını dile getirir. Peki gerçek ne kadar anlatıldığı gibidir? Derslerin zor olması, öğrenciyi zorlaması eğitimin kalitesini gösterir mi? Öğrenci mezun olduğunda zihninde kalan nedir, kavrayabildikleri ne kadardır? Bir gencin anadilinde değil de tam olarak öğrenip, kavrayamadığı bir dilde eğitim alması ne kadar faydalıdır?

Tüm bu soruları kendime sormaya başlayalı 15 yılı geçiyor. Ben de ülke dili farklı bir dil olmasına karşın eğitim dilini İngilizce veren bir üniversitede (Kıbrıs, Near East University) okudum. Alman, İngiliz, Finlandiyalı ve Türk eğitmenlerim oldu. Her ne kadar İngilizce öğrenme gayretim yüksek olsa da, çoğu şeyi sindiremediğimi, özümseyemediğimi düşündüm hep. Zihnimden anadilimde özgürce geçen düşünceler İngilizceye aktarılırken hep eksildi, etkisini yitirdi adeta. En çalışkan, en akıllı öğrencilerin bile derslere devam ederken, dersi öğrenmeye çalışırken sınavlarını verebilmek ve okuldan mezun olabilmek endişesinden kurtulamadıklarını gördüm. Sayısal bölümleri bir kenara bırakıyorum ancak sözel bölümlerde çoğu zaman sınav kağıdına terk edilen bilgiler, ders notlarının fotokopilerinde yıpranıp giden teoriler gördüm. Her ne kaldıysa yanımıza hocalarımızla yaptığımız sohbetlerden, beyin fırtınalarından ve ders harici okumalardan kaldı. Elbette okulu bitirdikten sonra öğrenmeye sırt çevirmedik, gittiğimiz konferanslar, okuduğumuz kitap, dergi ve her tür yayın bizi besledi.

Şimdi benzer sorunları buradaki üniversitelerde de gözlemliyorum. Bir sınav için sayfalar dolusu İngilizce metinden sorumlu gençler ister istemez sınavlara bir miktarını yeterince özümsemeksizin ezberleyerek girmek durumundalar. İngilizceyi öğrenmeye mecbur olan öğrenciler yazılı dilde gelişiyor ama kişi kendi gayretiyle yabancı öğrencilerle diyalog kurmazsa sözlü kullanımda yetersiz kalıyor. Bu da sokaktaki dilin eğitim diliyle aynı olmamasının oluşturduğu bir sorun. Gerçi kişi öğrenmek istemiyorsa Amerika’da da okusa, İngilizceyi öğrenmeden gelebilme başarısını gösterebilir. O nedenle buradaki üniversitede de iş öğrencisinin gayretinde bitiyor.  Aksi takdirde Türkiye’de eğitim dili İngilizce olan bir üniversitede okumak ile Bosna’daki üniversitelerde okumak arasında önemli bir fark bulunmadığını düşünüyorum.

Her özel üniversitede olduğu gibi burada da şımarık zengin bir öğrenci profili var. Anne babaların bin bir emekle ve umutla yurtdışına gönderdikleri gençler üniversite dışında her yerde takılabiliyor. Amaçları sadece sınavları verip, diplomayı almak olunca bir şekilde vakti doldurmaktan öteye gitmeyen yıllar tüketiyorlar bu ülkede. Ne okul derslerini, ne İngilizceyi, ne de Bosna kültürünü ve dilini öğrenebiliyorlar bu mantıkla. Velhasıl boş gelip, boş gidiyorlar.

Bir yanda da ciddi gayret sarf eden, boş durmayan, okulun sunduğu imkanları iyi değerlendiren, hem yabancı dili çok iyi öğrenen hem de kendini geliştiren zeki bir öğrenci profili var. Bu profili daha çok, kendi ülkesinde okuma şansı verilmeyen tesettürlü öğrencilerde gözlemliyorum. Burada örtüleriyle okumanın ne büyük bir nimet olduğunu kavrayarak, derslerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Okul dışında da kendi aralarında sosyal ortamlar oluşturup, ülkenin sunduğu imkanları kaçırmıyorlar. Çok iyi düzeyde Boşnakça öğrenenler, kaliteli ortamlar yakalayanlar var. Bir kısmı da burada evlenip, hayatını devam ettiriyor.

Gelir gelmez yine mesai arkadaşım vasıtasıyla buranın o akıllı kız öğrencilerinin oluşturduğu bir okuma grubuna dahil oluyorum. Her biri bilinçli, akıllı ve kendini yetiştirme gayesinde olan kızlarla internetten ulaşılabilecek kitap ve dokümanları haftalık olarak okuyor ve tartışmak için bir araya geliyoruz. Onlar sayesinde üniversite ve öğrenci profili hakkında bilgi edinebiliyorum. Öğrencilerin bu ülkede yaşadığı zorlukları ve ülkenin öğrenci açısından avantajlarını öğrenebiliyorum.



TRAVNİK


Ülkeyi gezerken hiç acele etmemem iyi mi? Nasılsa hafta sonları tekrar tekrar gideceğimi bildiğimden gittiğim hiçbir yeri hızla tüketmiyorum. Her defasında ayrı bir özelliğini keşfetmek için kendimi bir hayli rahat bıraktığımı fark ediyorum. Normalde bir saati aşan bir yolculukla sıkılır, bunalır ve yola çıktığıma pişman olurken, Bosna’da yollar hiç bitmesin istiyorum. Ülkenin doğal güzellikleri insanın içini huzurla, enerjiyle dolduruyor. Yeşilin bunca tonu, papatyaların ve o adını hiç bilmediğimiz sarı kır çiçeklerinin sınırsızca çokluğu gözlerimi dinlendiriyor. Yol boyunca köyleri, camileri, kiliseleri ve evlerin muhteşem bahçelerini seyretmeye doyamıyorum. Her bir yerleşim yeri kendi içinde bir cennet sanki. Bahçelerine bu kadar özen gösteren insanların ülkesinde gezmek gerçekten bulunmaz bir keyif. 

Travnik yolunda da gözlerim sağa sola bakmaktan, evleri, bahçeleri incelemekten ağır bir mesai yapıyorlar. Travnik Boşnakların yaşadığı tarih dolu bir şehir. Bosna’nın her yerinde olduğu gibi, burada da akarsu bolluğu var. Osmanlıya çok sayıda vezir yetiştirdiği için vezirler şehri olarak da anılıyor. Büyük bir medrese, çok sayıda mezar ve çok sayıda Osmanlı eseri olan bu şehirde kendimi daha huzurlu hissediyorum.

DIŞARIDA YEME-İÇME


Bosna’nın hemen her şehri karnını dışarıda doyurmak isteyenler için insanı şımartacak kadar uygun seçenekler sunuyor. Şeytan sık sık, "o denli uygun fiyata ve muazzam lezzetlere kolayca ulaşırken neden evde yemek pişirmekle vakit kaybedesin ki?" demiyor desem yalan olur. Market alışverişini halkın gelir düzeyine oranla pahalı bulurken, dışarıda yeme içmenin gerçekten makul olduğunu gördüm. Bosna halkı için makul olan Türkiye’den gelen turist ve yerleşimciler için ciddi anlamda ucuz oluyor. İstanbul’da aynı kıstasları dikkate alarak girdiğiniz bir restoranda 30 liraya karnınızı doyuruyorsanız, Saraybosna’da 15 liraya, diğer şehirlerin turistik bölgelerinde bu rakamı 10 liraya kadar düşürebiliyorsunuz. Et ülkede ucuz olduğu için, bu ucuzluk fiyatlara da yansıyor. Türkiye’de kilosunu 50 tlye aldığınız ete burada sadece 20 tlye ulaşabiliyorsunuz. Hayvanları daha genç yaşta kesmeleri, hayvanların ülkenin sınırsız yeşil çayırlarından, otlarından besleniyor oluşu eti çok daha yumuşak ve lezzetli yapıyor. Aynı durum hayvanın sütüne ve süt ürünlerine, yani tereyağı ve yoğurda da yansıyor. Marketten aldığınız ayran o kadar doğal ki, iki gün sonra dolapta ekşiyor.

Yemek değil de dostlarla oturup bir şeyler içmek istiyorum diyorsanız, kahve burada ulaşabileceğiniz en ucuz içecek.  Bizim Türk kahvemizden çok daha yumuşak olmakla beraber, daha az oranda kafein içeren bu kahveden bir Boşnak günde ortalama 5-6 fincan tüketebiliyor.

Yemeklerin lezzetine ve fiyatların ulaşılabilirliğine karşın, kendi vatanımızda görmeye alıştığımız güler yüzlü hizmeti burada göremiyoruz. Cem Yılmaz’ın misalinde olduğu gibi, masaya gelip, “Ne verim abime?” diye soran, her üç beş dakikada bir masayı yoklayan, uzaktan takip edip boşalan bardağı tabağı önünüzden alan, sıklıkla istediğiniz bir şey olup olmadığını soran garsonları mumla alıyorsunuz. Mekana girip oturduktan bir süre sonra gelen garson, çatal kaşık getirmeden salatayı bırakıp kaçabiliyor. Kalan ürünler de geldikten sonra garsonu görebilene aşk olsun! Hatta bazı mekanlarda garsonları o kadar asık suratlı ki, biz rahatsızlık verdik galiba" deyip, kalkmayı bile düşünebiliyorsunuz. Ama yemekler o kadar lezzetli ki, hemen bu düşünceden vazgeçiyoruz.

Felipe Fernandez Armesto’nun insanoğlunun yemek yeme alışkanlıkları ve yemeğin insan hayatındaki yeri üzerine yaptığı araştırmaları, inanılmaz bilgilendirici ve keyifli yazılarını bir kez daha okuyor ve tazeliyorum. Armesto’ya göre bir aile çocuğunun topluma karşı sorumluluk sahibi bir birey olmasını istiyorsa, yemekleri ailece yemeli ve çocuğu muhakkak sofraya oturtmalı. Çocuğun ailesiyle olan bağı bu yolla gelişir, aksi durumda ise ailesinden kopabilen bir çocuğun ileride partnerinden, ülkesinden, yaşadığı toplumdan da kolayca vazgeçebilir, ihanet edebilir. Modern çağın insanları olarak hep bir şeyler yaparken karnımızı doyurma işini de aceleyle aradan çıkarmaya çabalıyor olmamızın sosyal ve ruhsal etkilerini aklıma bile getirmemiştim doğrusu. Armesto’yu okuduktan sonra ailecek sofraya oturmaya özen göstermeye başladığımı itiraf ediyorum. Bu bağlamda Bosna halkının da dışarıda ailece oturup yemek yemesi onları bir arada tutan, aile bağlarını kuvvetlendiren etkenlerden biri olmalı. Unutmadan, yazar yemekteki sihrin onun hazırlanması için verilen emekte gizli olduğunu da dile getiriyor. Kolayca hazırlanan ve birkaç saat içinde yeniden acıktıran fast food karşısında Boşnak böreğinin dimdik durması da sanırım hazırlanmasındaki zahmet sihrinden kaynaklanıyor.

http://www.kitchensisters.org/2014/08/07/a-conversation-with-felipe-fernandez-armesto/

ÇARŞI PAZAR ve BALKON BOSTANI


İlk market alışverişim sebze meyve reyonuna gelince hüsranla sonlanmıştı. Kendini marul zanneden solmuş yaprak topluluğu, içi geçmiş patatesler ve aynı kalitesizlikte üç beş meyve sebzeden oluşan küçük manav reyonlarından zorlukla ürün seçebilmiştim. Ancak daha sonra pazarları ve büyük manavları keşfedince bu kadar güzel meyve sebzeyi İstanbul’da bulamayacağımı ve aynı zamanda Türkiye’ye kıyasla ne denli pahalı(yaklaşık iki katı) olduklarını düşündüm.

 Domatesin kokusu gerçekten ellerimde kalıyor. Bu eskilerin hep anlattığı bir masaldı benim için, burada gerçek oldu. Envai çeşit elma türünü gördüğüme sevindim. Burada beyaz lahananın birkaç türü var, ince ince doğrayıp tuzladıktan sonra bir gün bekletip salata şeklinde tüketiyorlar. Biberdeki çeşitlilik, bazı ithal sebze ve meyveler bir de narenciye bolluğu dikkatimi çekiyor. Borovnica (Borovnitsa) meyvesi, yaban mersinine benzer diğer yemişler (Brucnica) bizim tüketmeye alışkın olmadıklarımızdan. Yazın inanılmaz uygun fiyata satın alabildiğimiz ahududu meyvesini yemekten içimde bu bitki yeşerecek diye korkuyorum doğrusu.

İşte Bosna'dan farklı lezzetler...
Çarşıda, pazarda satıcılar hile yapmak nedir bilmiyorlar. Bir kilo çilek alacaksanız, paketin altındaki çileklerin arasında bir tane ezik, çürük ürüne rastlamıyorsunuz. Birkaç ürün aldığımızda, satıcının fiyatları tek tek kese kağıdına yazıp, sesli sesli topladığına şahit oluyoruz her defasında. Yabancı olmamızdan ötürü, kandırmadıklarını göstermeye çalışır gibiler… (Elbette her toplum içinde kötü niyetli insan vardır, olumlu yada olumsuz genellemelerden kaçınmak isterim,  belki de bana denk gelmedikleri için şanslıyım.)

Balkonumdaki küçük bostan, dereotu, kişniş ve domates.


Ülkede bulamadıklarım ise roka, tere, kişniş vb yeşillikler oldu. O yüzden Sakarya’daki köyümüzden getirdiğim organik maydanoz ve dereotu tohumlarımla, annemin Samsun’daki köyünden taşıdığım kişniş tohumlarını balkondaki saksılarıma ektim. İlk kez bitki yetiştirmenin, her sabah biraz daha büyüdüklerini görmenin keyfini yaşamak varmış kaderde. Maydanoz ve dereotunu anladık da kişniş nereden çıktı diyebilirsiniz, o da damarlarımın yarısında akan Çerkez kanından olsa gerek…


POÇİTEL


Mostar’ı geçtikten 18 km sonra harika bir köye, Poçitel’e ulaşıyoruz. Herhalde Bosna’yı ziyaret eden bir Türk’ün kendisini ülkesinde gibi hissedeceği en güzel mekan Ivo Andriç’in tabiriyle “taşlı şehir” Poçitel’dir. Tüm yapıları taş kullanılarak inşa edilen Osmanlı köyü Poçitel elbette savaş esnasında zarar görmüş ancak savaş sonrasında birebir yeniden inşa edilmiş. Şu an köyde Şişman İbrahim Paşa camisinin imamı ve ailesi dışında yaşayan aile olmadığını öğreniyoruz. Evleri, kalesi, yolları, yerleşim biçimi ile tam bir Türk köyü olduğunu hissettiğiniz bu küçük ve sevimli köyün girişinde camında “Türk çayı bulunur” yazan iki cafe bulunuyor. Ve tabi ki, köyün girişinden kaleye doğru uzanan yola sıralanmış hediyelik eşya satıcıları üç beş kelime de olsa Türkçe konuşuyor. Zaten ziyaretçilerin de hemen hepsi Türk. Yol üzerinde nar ağaçlarından düşen nar çiçekleri ve incir ağaçlarının kokusu insana müthiş hazlar yaşatıyor. Ancak sıcak havaya dikkat etmek gerek, zaten sürekli tırmanarak yürüme zorunluluğuna bir de sıcak hava eklenince insan zorlanıyor doğrusu. Ha bir de bizde İbrahim gibi yürümeyen ve mızmızlanan bir çocuk faktörü var, onu da unutmadan not edeyim.



(Poçitel UNESCO tarafından 2005 yılında Dünya Mirası listesindeki yerini almıştır.) 

BLAGAY TEKKESİ


Mostar şehri içinde bir Müslümana kendini en huzurlu hissettirecek mekan Blagay tekkesi olmalı. Makedonya Tetovo’daki Harabati tekkesinden ne kadar etkilendiysem burası da beni öyle etkiledi. Sanırım o manevi atmosferde günlerce kalsam yine doyamazdım. Mostar köprüsünde geçen endişe ve ürperti dolu bir saatin ardından, inanılmaz bir güven ve huzur hissine nasıl doyulur ki? Tekke dağın hemen yamacına oturmuş sanki dağın tüm heybetine sırtını yaslamış gibi.  Dağ içimdeki güven duygusunun, dağın altından usulca çıkan ve sükunetle akan nehir de hissettiğim huzurun sebebi sanki. Öğle ve ikindi namazlarını bu tekkede kılmak nasip oluyor. Her bir odasına birkaç kez giriyorum. Balkonunda nehre ve manzaraya bakıyorum. Tarih kokan bir yapıdan müthiş manzarayı seyretmenin tadına doyamıyorum. Ayrılmak istemiyorum, oturmak dostlarla sohbet etmek, kalbi iman dolu bir dervişin saatler sürecek sohbetlerini dinlemek istiyorum. Belki bir gün nasip olur. Boşnakçayı öğrenmeliyim!

Fotoğraf konusunda biraz beceriksizim, Vikipediden ödünç aldığım fotoğrafta tekkeyi görebilirsiniz.

Nehrin kenarına kurulu restoranlar yazın kavurucu günlerinde ayaklarınızda nehrin serinliğini hissedebilmeniz için masa ve sandalyeleri suyun içine doğru yerleştirmişler. Keşke hemen yaz gelse diye hevesleniyorum. İbrahim’in yanına sevimli bir Boşnak kız çocuğu geliyor. Konuşturamıyorum kendisini ama çocuklara özgü masumiyeti ile bizimle oyun oynamak istediğini anlıyorum, ilgileniyorum elimden geldiğince. Ayrılma vakti gelince Allah imanet deyip yola koyuluyoruz. Araba yolculuklarını hiç sevmeme rağmen, şehrin müthiş manzarasını, küçük ve sevimli evlerini, köylerini, bahçelerini seyrederken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Radyodan gelen güzel bir Boşnak ezgisi, sözlerini anlamasak da yolculuğumuzun hüzünlü sesi olarak eşlik ediyor bize.